“BU MİLLET, ÜMİT ÖZDAĞ’A BİZDEN BİRİ DEMEZ”


65 yaşında.
 

Davudi bir sesi, upuzun bir boyu var. 

Kostak kostak yürüyor. 

Babacan bir edayla yürekten konuşuyor. 

Erzurum’da ülkücü hareketin önemli isimlerinden biri Heyro Baba. 

Kadim bir Erzurumlu. 

Gavurboğan mahalleli hem de. 

Çocukluğunun geçtiği Gavuboğan mahallesinde kılıçkıran, yolda yoğurt yiyen ve dağların aslanı olma adına oynadığı oyunlardan olsa gerek; yiğitliği, dadaşlığı, ağabeyliği ve babacanlığı ile nam salmış bir karakter o. 

Bu yüzden Heyro Baba zaten. 

Babalığı; yiğitliğinden ve vakar dadaşlığından. 

30 küsur yıldan bu yana işletmeciliğini yaptığı Köşk Aile Çay Bahçesi’nde buluşuyoruz.  

Üst kattaki yazıhanesinde; kedileri, gürül gürül yanan sobası, TRT müzik kanalında çalınıp söylenen Anadolu Türküleri ve tavşankanı çay eşliğinde teybimin düğmesine basıyor ve söyleşiyi başlatıyorum. 

İçten bir hoş geldin gardaş’ın ardından başlıyoruz. 

TRT Müzik kanalında bir Erzurum Türküsü çalıyor, sanki sohbetimize eşlik eder gibi; 

Kırmızı gül demet demet, 

Sevda değil bir alamet. 

Gitti gelmez ol muhannet, 

Şol Revan’da balam kaldı.

Anamın rahmetli ağabeyimin ardından söylediği Türkü bu, adeta alabora oluyorum. 

Kısa bir sessizliğin ardından konuya dönüyorum. 

Konuşurken onu süzüyorum, Oscar Wild’ın, “Bir erkeğin yüzü otobiyografisidir” sözü geliyor aklıma 

Biyografisini yüzündeki çizgilerden ve saçına düşen aklardan anlamak mümkün değil elbet. 

Onu daha da yakından tanımak ve anlattığı kadarıyla hayatının şifrelerini anlamak için oradayım zaten.  

Ben soruyorum, o kelimelerini özenle seçe seçe, cümlelerini damıta damıta anlatıyor. 

Erzurum hafızasını kusuyor adeta. 

MHP’den Ülkü Ocakları’na, Ümit Özdağ’dan Meral Akşener’e, mahallelerindeki tabya savaşlarına, rahmetli anasının polis komiserinin yakasından tutup evden atmasına, Erzurum’un kabadayılarına kadar her şeyi anlattı. 

Hadi başlayalım. 




KAMU HAKLARINDAN KISITLILIK YÜZÜNDE
N ÖĞRETMENLİK YAPTIRMADILAR 

Heyro Baba kim? diye soruyorum. 

Erzurumluyum, 1952 yılında Gavurboğan diye tabir edilen muhitin Emirşeyh mahallesinde doğdum. Palandöken ilkokulunda okudum. 23 Temmuz Ortaokulu, ardından bir yıl Erzurum Lisesi macerasının ardından bizi Atatürk Lisesi’ne yolladılar. Orada son senemde ideolojik manada bir kavga gürültü çıkınca, Kars Alpaslan Lisesi’ne gittim ve oradan mezun oldum. Yıl: 1973. Ardından Eğitim Enstitüsünü bitirdim. Ancak Ülkü Ocakları başkanlığı ve bir takım kavga gürültüden ötürü kamu haklarından kısıtlılık nedeniyle öğretmenlik yaptırmadılar. Neticede bu Köşk Çay Bahçesi’ni kiraladık, 30 küsur senedir bu mekânı çalıştırıyoruz”. 


KOMŞUMUZ TORUN AMCA İKİ AY BİZDE KALDI
 

Kotangil’e kadim Erzurum’u soruyorum, her konuğuma yaptığım gibi. Duygusallaşıyor. Kapı komşuları bir Torun Amca hikâyesi var ki, bugünün komşuluğunu göz önüne alırsak; göz yaşartan, ah çektiren bir öykü dökülüyor dudaklarından. 

Kadim Erzurum’u hepimiz yaş itibariyle yaşadık. Mahalleler her türlü insanın yardımlaştığı, beraber ağlayıp beraber güldüğü, bir takım değer ölçülerinin ortak yaşandığı mekânlardıTabiatıyla mahalleler bizlerin de şahsiyetinin oluşmasında elbette ki müessir olmuştur. Fevkalade bir yakınlık vardı. Mesela Torun amca diye bir komşumuz vardı. Evini yaptırıyordu, doğaldır ki eski bir evdi, sökülüp yeniden yapılması gerekiyordu. İki ay bizde kaldılar. Ben Torun amca ve ailesini 2 ay bizde kalınca yakın akrabamız zannediyordum. Aklım kesince anladım sadece komşumuz olduğunu, bu kadar yakındık. Böylesi ortamlarda insanlar birbirlerini seviyor, sayıyor, yardımlaşıyorlar, kötü günlerinde bir ve beraber oluyorlar. Kötü ve sıkıntılı günlerini fazla yara almadan atlatabiliyorlardı. Bu çok özlenen bir şey ama bugün maalesef böyle bir şey yok. Bir apartmanda oturuyorum 15 – 20 senedir, ancak pek kimseden haberdar değiliz. Bir kapı komşumuz, üstümüz altımız. Birbirimizle olması gereken, arzu edilen bağ maalesef yok. Bu itibarla eski Erzurum’a ve mahalle kültürüne bir özlemimiz var. Ancak bu özlemin bu yapıda gerçekleşmesi artık söz konusu değil”. 




“BUGÜN BEN ZENCİRKIRAN OLİM” 
 

Kotangil, mahalle aralarında oynanan oyunları unutamayanlardan. Kim unutabilir ki? Oyunlar sırasında günün itibarlı lakaplarından alanların o gün sevinçten adeta havalara uçtuğunu söylüyor. Nasıl diyorum?  

Başlıyor saymaya. 

“Mesela; zencirkıran, yolda yoğurt yiyen, dağların aslanı gibi. Bugün ben mesela zencirkıran olmuşam. İtibarlı bir lakap zencirkıran. Hasan ağabeyiye derdik ki, ağabeyi bugün de ben dağların aslanı olim. Delikanlılıkta önemliydi bu lakaplar. Yiğit manasında. Ancak katiyen aramızda kavga gürültü olmazdı. Hasan ağabeyi hastanede çalışıyordu. Okuldan çıkıp geldiğimizde, biz oyun oynarken o da bize hakemlik ve ağabeylik ederdi. Bu itibarlı lakapları da o dağıtırdı, delikanlı tavrımıza göre”. 


UZUNUM EŞŞEK, KIZ TAKLASI
 

Heyro Baba’yı geride bıraktığı çocukluğunun geçtiği yıllara götürüyorum. Oyunlardan başlıyor söze; 

Mahalle aralarında koza leppik, uzunum eşşek, kız taklası, aşık oyunları, bilye oynardık. Mesela bir Hasan ağabeyimiz vardı. Hasan Ay. Büyüğümüzdü.  Babası terziydi, Kemal Amca. O organize ederdi bizi. Dövüş kavga olmaması için de hakemlik ve ağabeylik ederdi. Onun öncülüğünde birbirimizi kırmadan incitmeden mahallede vaktimizi geçirirdik”. 




ERZURUM’UN KOKULU SARI GÜLÜ ARTIK YOK
 

Kotangil’in kedilerinin birinin adı paşa. Erzurum’da görmüş geçirmiş, sözü dinlenen, hanımefendi yaşlı kadınlara paşa dendiğini hatırlatıyorum, o da mahallelerindeki Rebiye Paşa’yı anlatıyor, 

Bizim mahallede Rebiye Paşa adında bir kadın vardı. Kültür seviyesi yüksek ve varlıklı bir aileden geliyordu. Rebiye Paşa çok sevecen bir neneydi. Bahçeli bir evleri vardı. Eski Erzurum’un evlerinin büyük çoğunluğu bahçeliydi. Bahçelerde olmazsa olmaz üç tane ağaç vardı. Gül, akasya ve leylak. O gül ağacı Erzurum’a özgü bir gül ağacıydı. Sarı gül açardı. Biliyorsunuz ben bahçe çalıştırıyorum. Ancak çok araştırmama rağmen o gül ağacından bulamadım. Çok güzel kokardı. Çok sarı gül buldum ama kokmuyor. Erzurum’un sarı gülü fevkalade koku yayardı. Akasya ve leylaklar da hakeza öyle. Rebiye Paşa’ya dönersek, o günün şartlarında bize şeker verirdi, şurup yapmış diyelim, seslenirdi, ola gel ana gurban size şurup verim. Çok oynadınız, yoruldunuz derdi. Bizim mahallemizin paşası da o idi. Meczuplarımız da vardı. Mahallebaşı ve Kevelciler de oturan bir Dolma Nene vardı. Dilenirdi orada. Dolma Nene der, kızdırırdık. Erzurum’da renkli insanlar vardı. Mesela Erik Emi vardıNormal değildi, ama akılsız da değildi. Onurlu adamdı, caddenin bir noktasında dururdu. El açmaz, maşrapa tutmazdı. Tanıyanlar, bilenler ona para verirdi. Mesela Eziz Emi vardı, çok sıkı bir Türkeş’çiydiYakalarına Türk bayrağı ve MHP bayrakları asardı. Bayraksız gezmezdi. Kunduracı bir Hulusi Emimiz vardı. O da çok rijit bir MHP’liydi. Tebrizkapı’da iki üç metrekarelik bir dükkânı vardı. Bunlar çok renkli simalardılar. Atik emi unutulur mu? Deli Atik derlerdi. Tebrizkapı’da dururdu. Herhangi bir vesile olmaksızın birden bire bağırırdı, ‘Ulan Allah var, Allah var!’. O arada nutuğunu da atardı. Belki de birçok insana faydası da olmuştur. Allah’ı hatırlatarak.  


ÜZERİ İŞLİ PEŞKUNLAR VARDI
 

Hayrettin Kotangil, yazın gelmesi ile birlikte Erzurumluların mesire yerlerine gidişleri ve orada yaşananları da anlattı. 

Erzurum’un mesire yerlerini sayarsak, en öndeki yerler;  türbe, boğaz, Hasankale, Ilıca ve bu Köşk idi. Yazın türbede 70-80 çadır kurulurdu. 15-20 gün kalırlardı müdavimleri. Kurbanlar kesilir, pilav pişerdi, herkes birbirine dağıtırdı. Şimdi kaldı mı bilmiyorum. Orada 1.70-1.80 çapında peşgunlar açılırdı. Etrafında nereden baksan 10 kişi otururdu Peşgunları üzeri çıtalarla ayrılmıştı. Herkesin yemek yiyeceği yer ayrılmıştı. Üzeri de sanatkârlarca işlenmişti. Çok güzel görünürdü. Bizim evimizde de vardı, misafir geldiğinde peşgun çıkartılırdı. Mesela bamya yemeği meşhurdu. Ben pek hazzetmezdim. Rahmetli anam, ola ye oğlum, padişah yemeği derdi”. 




LEBLEBİCİ YOKUŞUNDA 
AZ HIZEK KAYMAMAM 

Heyro Baba’nın kızak anıları da çok eğlenceli ve keyifli, bakın nasıl? 

Mahallemiz itibariyle daha çok Leblebici yokuşunda hızek (kızak) kayardık. Çok iyi kızaklar vardı o dönem. Ara sıra da Esat Paşa yokuşuna giderdik. Ancak Esat Paşa yokuşu çok dik olduğu için ustalık isterdi. Çünkü kızak müthiş bir hız kazanırdı. Leblebici yokuşu daha az meyilli ve uzundu, tatlı bir yokuşu vardı. Başka mahallelerden de gelenler olurdu. Bir anda 40-50 hızek olurdu. Bir de Bekir’in Han’ı vardı, Narmanlı Camisinin hemen karşısındaydı. Kış mevsiminde kazalardan ve köylerden at kızakları gelir oraya konulurdu. Biz sabah namazı gider o handan hızek çalardık. Sıddık diye bir arkadaşımız vardı, atletik bir arkadaşımızdı, hızeğin önüne o geçerdi. Kolların tutar at gibi kızağa hâkim olurdu, 5-10 kişi biner, Leblebici yokuşundan aşağı kayardık. Ancak, Leblebici yokuşunun bitimine doğru meyil fazlalaşınca hâkimiyet kaybolurduTam oraya yakın yerde Sıddık bir şekilde kızağın önünden çıkardı, biz de atlardık, ancak kızak bir duvara vurur ve kolları ya da diğer yerleri kırılır hasar görürdü. Kızak sahipleri de işi çözmüştü, tam o noktada pusuya yatar beklerlerdi. Yakalanıp dayak yediğimiz de olmuştur yani 


PAPEL OYNARDIK
 

Kotangil’de anı çok. Sunuş yazımızda da dedik ya! Adeta anılarını kusuyor diye. O anlatıyor, kahkahalar eşliğinde dinliyorum keyifle. Bir papel oyunundan söz ediyor. Kutulu sigaraların isim ya da marka yazan yerleri çıkartılarak oynanan bir oyun papel. 

Kutuları toplar, isim ya da marka yazan yerlerini çıkartırdık. Sigaranın iyisi şehir kulübünde olurdu. Neden? Çünkü pahalı cıgara içerdi oranın müdavimleri. Kutulu cıgara. Mesela Yeni Harman, Diplomat, Kulüp, Gelincik, Sipahi. Aşık oyunu gibi oynanırdı bu oyun. Papeller düzülürdü, leppik dediğimiz taşla atış yapardık, çizginin dışına çıkanlar senin olurdu. Papel oyununda kazandığın cıgara kutusunun en iyisi Sipahi idi.  Üzerinde iki at başı vardı, binicisi de ok atar şekilde resmedilmişti. En birinci papel oydu. Mesela 10 tane gelincik ederdi. 10 Gelincik verir, bir Sipahi alırdık. Kulüp cıgarasını da paytoncular içerdi, sert bir cigaraydı, kolay sönmezdi, paytoncular o yüzden onu tercih ederdi. Adı da paytoncu cıgarası kalmıştı zaten”. 




TABYA DÖVÜŞLERİ OLURDU
 

Kotangil, Gavurboğan Mahallesinin bir özelliğinden daha söz ederek beni şaşırtıyor. Tabya dövüşleri. Nasıl mı? 

“Çırçır, Yoncalık, Dere Mahallesi bir takım olurdu. Bizim Gavurboğan, Kumludere, Sığırcık da bir takım. Bunlar ezeli rakipler. Örneğin, Gavuboğan ile Yoncalık bir takım olmazdı, çünkü ezeli rakiptiler. O tabyada 50-100 kişi dövüşürdü. Adam akıllı kavgalar oldurdu. Katiyen polis müdahale etmezdi. Kafa göz kırılırdı, kimse kimseden şikâyetçi olmazdı. Ben son zamanlarına kavuştum. Bir gün kavga sonunda tabyayı Gavurboğanlılar fethetti zannettim. Benden yaşça büyük gençler beni yakaladı. Bir elinde üzeri çivili bir değnek, diğer elinde tuğla, başladılar kafama vurmaya. O sırada bir adam bana sordu, ola sen hangi mahallelisin, emi ben Gavuboğanlıyam dedim, ola oğlanı öldüreceksiniz deyip beni dövenlere kızınca beni bıraktılar. Kafamı iki yerden delmişlerdi. Meselenin özü şu; tabya bizim. ÇırçırlılarıYoncalıklıları böyle püskürttük der övünürdük.  Tabya savaşının mantığı da buydu. Ertesi gün tabyanın fatihleri Çırçırlılar olurdu mesela. Selahattin Babüroğlu hatıratlarını yazmıştı, orada okudum. Abdulmecit zamanındaki Rus işgalinde bizim mahalleliler büyük kahramanlık, yiğitlik göstermişAbdulmecit de buraya Gavurboğan adını vermiş. Gavurboğan aslında muhitin adı. Muhit demek daha doğru bir ifade. Bizim tabya savaşları da demek ki oradan geliyordu. Delikanlılık yiğitlik gösterisiydi tabya savaşları”. 


BIÇAK TAŞIMAK TÖRESİZLİK, TERBİYE
SİZLİK SAYILIRDI 

Kotangil, kadim Erzurum’da delikanlıların aralarında çıkan marazalar yüzünden başta Araplardüzü olmak üzere şehir dışında kozlarını paylaşmaya gittiklerini, üç biri beş biri derken birbirlerini fazla hırpalamadan geri döndüklerini anlatırken, 

Bıçak taşımak töresizlik ve terbiyesizlik sayılırdı. Öyle tiplere puşt, it oğlu it derlerdi. Kesinlikle cemiyete giremez, tecrit edilir, kâle alınmaz, değer verilmezdi. Delikanlılığın töresi böyleydi. Size benim dönemimin kabadayılarını sayayım. Ehi Mevlüt, Sıçan Heyrettin,  ve Kalaycı Abdurrahman ağabeyi vardı. Abdurrahman ağabeyi aslında çok munis ve şefkatli bir adamdı. O dönem 3. Ordu buradaydı. Pazar günleri çok sayıda asker çarşı iznine çıkardı.  Askerler mahalle aralarına dalarlardı, yavuklu meselesi. Mahalleliler fazla hotulamazdı onları ama inzibatlar bunlara tat vermezdi. Yine öyle bir gün iki inzibat iki askeri yakalamış bırakmıyorlar, götürecekler. Abdurrahman ağabeyi, ola uşah siz de eskersiz bu uşahları bırakın, yaptıkları bir şey de yok, yazık uşahları götüreceksiniz, bir yığın yaramazlık olacak dedi. Tabi inzibatlar çok forslu. Abdurrahman ağabeyiyi bayağı kaktılar, teptiler ve copla vurdular.  Abdurrahman ağabeyinin elleri sanki elektrikli cop, inzibatlara öyle bir ders verdi ki, şaşırdık kaldık. Sen neymişsen Abdurrahman ağabeyi! Biz Abdurrahman ağabeyinin o vasfını bilmiyorduk. Aslında çok tevazu sahibi efendi bir adamdı. Delikanlılık böyle bir şey işte. Ehi Mevlüt de, cambazlık ederdi, çok ölçülü adamdı. Meydanın düzeni bozulunca rencide oluruz diye artık meydana gitmedi. Onlar gerçek delikanlılardı”. 




KARŞIDA OTURANLAR, AZ DERDİM ARTIRANLAR
 

Erzurum’un meşhur kısır gecelerinden de bahsetti elbette Hayretin Kotangil. 

lüks lambaları eşliğinde evlerin bahçelerinde ya da mahalle aralarında yapılan bu kısır gecelerinde oynanır söylenirdi. Ancak orada birbiri ile problemi olan delikanlılar olurdu. İçki içilirdi tabi. Kafalar bir noktaya ulaşınca birbirlerine laf atarlardı. Bizim kavuştuğumuz zaman itibariyle bir Türkü vardı, mesela, ‘karşıda oturanlar az derdim artıranlar’ diye. Karşı karşıya oturuyoruz sonuçta. Ben bu Türküyü söyledim mi, aslında sana meydan okuyorum demek bu.  Ola bize mi diyirsen derken birbirlerine vururlar, kısır gecesi de böylece son bulurdu. Bizim de tosunluğumuz zamanında, mahallemize girince artık nara atmazdık. Kavga bir yana mahalle kültürü de kayboldu gitti. Eskiden 50-100 senelik komşular vardı,  birkaç nesil devam eden. Bu itibarla aralarındaki bağ çok kuvvetliydi. Gelenek, töre terbiye vardı. Şimdi nerede? O kültür yok artık”.  


BAKKAL MUZAFFER AĞABEYİ
 

Heyro Baba, mahalle bakkalı Muzaffer ağabeyden bahsediyor ve delikanlılığın nasıl bir kültür olduğunu anlatıyor. 

“Babası muhtardı, Fahri Amca. Meğerse Muzaffer ağabeyi gerçek delikanlı ve iyi bir dövüş ustasıymış. Tabi biz bilmiyoruz. Bizden büyük Muzaffer ağabeyiden küçük 7-8 tane adam geldi. İsim vermek olmaz, yaşayan var yaşamayan var. Ben de bir arkadaşımla dikiliyorum orada. Oradan ey bir karpuz seç ola dedilerMuzaffer ağabeyiye. Hâlbuki ağabeyi demeleri lazım. Belli ki bir karın ağrıları var. Uşah dedi, beni zora sokmayın kendiniz seçin oradan. Yok, sen vereceksin dediler. Muzaffer ağabeyi, bir maraza çıkmaması için elinden geleni yapıyor. Epeyce uğraştıktan sonra bir karpuz seçti. Ağam dedi, kesim mi? Kesti, aradan da kalitesini gösterdi. Bunlar gittiler, 3-4 dakika sonra geri geldiler. Hakaret ederek, karpuzu bunun tezgâhına attılar. Belli ki kafalarına göre Muzaffer Ağabeyine bir hesap kesecekler. Yine sesi çıkmadı adamın. Sabretti. Bizim burada böyle hesapsızlara tandır başına çıktı derler. Çünkü küfür etiler adama. Elini kolunu salladı, başını eğdi, bize döndü, uşah dedi siz dükkâna bakın ben geliyorum. Dükkânın arkasındaki evine gitti, birkaç dakika sonra elleri arkasında geldi. Onlara, çıkın gidin bela aramayın dedi. Bunlar yine hakarete devam edince, sanıyorum 80 santimetre boyunda bir değnek varmış meğer arkasında, parlıyordu. Bunlara döşemeye başladı. Bir vuruşta iki kişi yere seriliyorduNeticede gardaşlarım upuzun yattılar yere. Bize döndü, bana yardım edin, dükkânı kapatıp eve gideyim, siz de çıkın gidin evlerinize, sakın kimseye de bu kavgadan bahsetmeyin dediDükkânı kapattı, yerdekiler de kalktılar. Ertesi gün tabyanın orada Gavurboğanlıların oturduğu bir kahvehane var. Orada Tevhit ağabeyi vardı, onunla bir işim vardı, o amaçla onun yanına gittim. Kabadayılar okşin oynuyorlar, Tevhit ağabeyi de yanlarında. Ağabeyi işimizi gidip görelim dedim. Gel dedi bir çay iç gideriz. Sıçan hayrettin dedi ki, ola bu Muzaffer bizim uşahları fena haşlamış. Ben bilmiyorum ağabeyi dedim. Olur mu ola dedi, sağır sultan duydu. Meğerse kendileri anlatmış. Ağabeyi dedim, biz Muzaffer ağabeyiyi, namazında niyazında efendi adam biliyorduk. Olur mu dedi, o değneği çekti mi alayın içinden çıkar. Muzaffer ağabeyi, bu özelliğini hiç belli etmedi, delikanlılık böyle bir şeydi. Şimdi onun gibi bir adam olsa Erzurum’a hükümranlık etmek ister 




SANKİ MİTİNG DAĞILIRDI
 

Kotangil’den Erzurum ramazanlarını anlatmasını da rica ediyorum. Yine mahalle kültüründen bahsetmeden edemiyor. 

İftara yakın millet evine giderken sanki bir miting dağılırdı. O cadde o kadar kalabalık olurdu. Harcını alan, elinde çepiçle, mahrama dediğimiz büyük mendille evinin yolunu tutardı. Kimse görmesin diye özen gösterirlerdi. Biz de bombaları, çatapatları hazır ederdik. Mesela o zaman sapı madeni tıraş makineleri vardı. O silindirin içi boştu. Sapına ip bağlardık, diğer ucundan içeri de barut doldururduk. Barut derken, kibritin ezvesi dediğimiz baş tarafındaki yanıcı maddeden bahsediyorum. İçine de çivi sokardık. O ipi duvara vurunca bomba gibi patlardı. Şergedelik ederdik yani. Geceleri de camilerde teravih namazı sırasında bazı ayarsız çocuklar camilere patlayıcı atardı. Güya şaka. Biz yapmadık Allah için ama. Kötü şakaydı 


İSTANBUL’UN HAVUZDAKİ YERİ
 

Kotangil’in bir ramazan anısı bizi gülme krizine soktu. Bakın nasıl. 

Öte yandan insanlar birbirini kızdırırdı. Bizim Fazlı Dertli vardı, sonradan soyadını Alperen yaptı. O şehir kulübünde çalışırdı. Bu Lalapaşa camisinin yanı parktı o zamanlar. Bu parkta bir havuz vardı, Karadeniz şeklindeydi. Bu Fazlı bize kaş göz etti. Orada bir adam oturuyordu. Bize dedi ki, ben diyeceğim ki İstanbul nerede, siz çok aykırı bir yeri göstereceksiniz. E ne olacak dedik. Size ne, siz dediklerimi yapın eğlenelim dedi. Bize seslendi, ola uşah hele gelin dedi, siz lisede okuyorsunuz, İstanbul neredeydi? Burası değil mi? Biz de yok ya orası olur mu burası diyor ve alakasız bir yeri gösteriyoruz. O oturan adam ok gibi yerinden fırladı, sizi okutan öğretmenlerin diyerek. Gelin size göstereyim evladım dedi adam. Bak burası İstanbul dedi göstermeye başladı. Biz hiç dinlemiyoruz adamı, yok ya burası diyoruz tabi. İş öyle bir noktaya geldi ki, adam gerildi, kızardı, adeta tepesinden duman çıkıyor. Sonuçta Fazlı adama dedi ki, bize birer tane sigara alırsan sana İstanbul’un yerini gösteririz. (Kahkahalarla gülüyoruz). Adam tamam ulan dedi ve her birimize birer sigara aldı da canını kurtardı 




OLA KURT, HELE BAH TOHDORLAR GETTİ Mİ?
 

Ramazanda camilerde ünlü hocalar tarafından verilen vaazlardan bahsederken rahmetli Naim Hoca’yı soruyorum Kotangil’e. Nevi şahsına münhasır ve antika bir adamdı diyerek yâd ediyor Naim Gölleroğlu’nu. Çok zeki ve latifeli bir şahsiyetti. Hastanede yatarken ziyaretine gittik. Bir akşamüstüydü. Ey misen, has mısan derken, bana Kurt derdi. Ola kurt hele bahtohdorlar getti mi? Çıktım baktım, kimse yok. Ola hele bir cıgara yak ver dedi. O arada ziyaretine beraber gittiğimiz Tevhit ağabeyi dedi ki, yahu hocam sen şu sigaradan dolayı burada yatıyorsun. Naim Hoca, ola sen ne söylirsen, ben sabah kalkınca cıgara içecem diye sevinirem dediÇok özel bir insandı”.  


OLA BAŞBAKAN BİR TENE DE BURDAN YAH
 

Kotangil, eski Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Nuri Yılmaz’dan dinlediği bir Naim Hoca anısı ile söyleşimize renk katıyor. 

Yavi baskınından sonra Başbakan Bülent Ecevit, halkı galeyandan kurtardığı için Naim Hoca’yı Ankara’ya davet etmişti. Erzurumlu ağabeyimiz Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Nuri Yılmaz da Naim Hoca’ya eşlik ediyor. Ecevit, diyanetten sorumlu devlet bakanı Hüsamettin Özkan’ı bizzat görevlendirmiş. Mehmet Nuri Yılmaz anlattı bunu bize. Havalimanından aldık hocayı, başbakanlık konutuna gidiyoruz diyor. Ecevit’in özel kalemi de sık sık bizi arıyor, neredesiniz diye, Ecevit’in amacı Naim Hoca’yı dışarda karşılamak. Sonunda konuta vardık. Ecevit bizi kapıda karşıladı. Konuta girdik oturduk. Naim hoca Maltepe, Ecevit Samsun sigarası içiyor. Rahmetli Ecevit sık sık hocaya sigara ikram ediyor. O sırada Naim Hoca cebinden Maltepe’yi çıkarıyor, ola başbakan bir tene de burdan yah diyor. Tabi Naim Hoca başbakana ola deyince, devreye Mehmet Nuri Hoca giriyor. Durumu düzeltmeye çalışırken, Naim Hoca sözünü kesiyor ve ola başbakan, bizde ola demah gardaş demah diyerek sözü bağlıyor”. 




BİR BAKTIMKİ ÜLKÜ OCAKLIYIM
 

Ülkü ocakları ile nasıl tanıştınız, yolunuz o ocağa nasıl düştü diyorum Kotangil’e; 

Ben veya başka ülküdaşlarımız ya da gardaşlarımız olsun Ülkü Ocaklarına intisabımız, işin tabii akışı içerisinde olmuştur. Bir de bakmışsın ki Ülkü Ocaklısın. Ülkü ocağının söylemleri, kriterleri ve milli ve manevi değerlere olan bağlılığı bizi oralara çekmiştir. Milli ve manevi zenginliği olan muhitlerde büyüyüp yetiştik. Ki Erzurum zaten tümüyle öyledir. Birazda işin delikanlılık ve hır gür tarafı da var, ocaklı olmamızın sebeplerinden ve ölçülerindendirBir baktık ki Ülkü Ocaklıyız ağabeyi!” (Gülümsüyor) 

Hayrettin Ağabeyiye, seni o ocağa milli ve manevi duyguların ötesinde ne çekti diye sormadan edemiyorum. 

Kimse bize gel seni böyle bir yer var, oraya götürelim demedi. Arkadaşlarımız oraya intisap etmiş olabilir. Ben ve birçok arkadaşımız için böyle bir şey söz konusu değil. Bu değerler itibariyle ülkü ocaklı olduk. Ancak o zamanki ocak; dönem itibariyle bir takım değer ölçüleri ve faaliyetleri itibariyle olsun, bu günkü Ülkü Ocaklarından farklıydı. Şimdiki ocakları zemmetmeyelim, ancak o günkü ülkü ocaklarında bu işleri yapmak daha kolaydı” diyor. 


ALLAH İÇİN SAMİMİYDİK
 

“Biz ülkü ocaklı olduğumuzda Allah için samimiydik” diyerek sözlerine devam eden Kotangil,  

“Hiçbir hesabımız kitabımız söz konusu değildiYanlış da yapmış olabiliriz. Ancak katiyen iyi niyetliydik. O günün şartlarında yanlış işler yapardık belki ama hiç çirkinliklerimiz olmadı. Ülkü ocakları çok faydalı işleri üstlenmiş ve misyon edinmiştir. Ancak neticede bir kavga gürültü ortamıydı, o iş 12 Eylül’e kadar geldi. Sağdan ya da soldan, ülkücülerden ya da devrimcilerden diyelim, bir yığın delikanlı zayi edildi. Ve bu insanların büyük çoğunluğu devlette istihdam edilmedi. Hem bizim arkadaşlarımız için söylüyorum hem de devrimci arkadaşlar için, çok kıymetli ve kabiliyetli insanlar vardı. Bu isimler bence devlete de çok kıymetli hizmetler ederlerdi. Lakin o nesli budadılar. Zaman içerisinde her bir kurum değişim yaşamazsa, konjonktüre göre tavır almadığında fonksiyonunu kaybediyor. Belki bugün o manada bir ülkü ocaklılık doğru da değildir. Daha ziyade ilimle ve irfanla iştigal etmeleri gerekir. Temenni ederiz öyle olmasını. Yalnız bu iş biraz siyasete girer bence hiç buraları karıştırmayalım. Oralara girersek, birileri kırılır incinir”. 




SOLCU ARKADAŞLAR MİLLİ OLAMADILAR
 

Türkiye 1980 ihtilal sürecine nasıl geldi diye soruyorum bu kez. 

Tabi Türkiye 1974’ten bu yana bir kavganın gürültünün içine sokuldu. Çok yanlış ve çirkin işler oldu. Solcu arkadaşlarımızın en büyük hatası, milli olamadılar. Leninist, TroçkistMaoist oldular. Mesela o manada ben iyi bir Kemal Tahir hastasıyım. Örtüşmeyiz ama gayet milli bir adamdır. Ama bir tarafını da hiç tutmam. Marksizmi, Türk toplum yapısına uyarlamak için çalışmıştı. Temenni ederim son nefesinde öyle gitmemiştir. Öyle temenni ediyorum. Ateist değildi ama dini gırgıra alan eserlerinde pasajlar vardırÇünkü eserleri itibariyle kıymetli bir şahsiyet Kemal Tahir. İşte bu manada o ortam Türkiye’yi sıkıntıya sokmuştur. Birbirimizi öldürdük, yaraladık. Ancak şu önemli, keşke o arkadaşlarımız solculuğu ve komünistliği bu devlet ve millet için düşünseydiler. Solcularda en çok irdelediğim taraf budur. Onlarla tartışırdık, kardeşim sen bu işi bu millet ve bu devlet için yapıyorsan, burada bir ortak noktamız oluşur derdik. Faydalıdır zararlıdır bunu oturur tartışırız derdik. O eksiklikleri vardı bana göre tabii ki”. 




DENİZ GEZMİŞ ALLAH İÇİN DELİKANLIYDI
 

Deniz Gezmiş böyle bir davanın neferi değil miydi peki diyor, sohbeti daha da derinleştiriyorum. 

“Tavırları ve fikirleri ile öyle olması gerekir. Allah için delikanlıydı. Birçoğu için de bunu söyleyebiliriz. Allah için vaziyetleri de ortada. Dedim ya, zayi olmuş bir nesil. Bugün ne bizde ne onlarda o kıratta adam yok. Geçenlerde TV’de Sarp Kuray’ı dinledim, Allah için dopdolu bir adam. Ben şuna inanıyorum. Sol, dış organizasyonlar tarafından kullanıldı, yanlışları oradan kaynaklanıyordu”. 

Bu noktada sözünü kesiyor ve bu görüşün sağ kesim için de söylenip söylenemeyeceğini soruyorum. Çünkü her iki kesimin de bir Amerikan projesi çerçevesinde onun ifadesiyle zayi edilip edilmediğini soruyorum. Cevaplıyor; 

“Bence hadise şu. Bütün büyük devletler, ya da devletlerin hepsi, diğer devletlerin rakibidir. Tarihte her devlet kendi menfaatleri doğrultusunda diğer devletlerin içinde bir yığın organizasyonlar yapmışlardırBirçok insanımızın şöyle bir tavrı var. Avrupa bize şöyle etti, Amerika böyle etti ya da ediyor diye. E biz neciyiz yani? O psikolojinin altında şu yatıyor, suç samur kürk olsa kimse üstüne almaz ya, aslında biz çok iyi işler yapıyoruz, ama bu Amerika bu Avrupa bizi zayi ediyor. Bu olsa olsa suçu üstünden atmaktır. Kolaycılıktır. Yani Amerika’nın işi odur. Yaptığı işler doğru değildir ama kendi menfaatleri açısından doğru olanı yapar. Bunu Osmanlı yapmamış mıdır? Yapmıştır. Bütün devletler bunu yapıyor. Elbette o manada sağı da manipüle eden organizasyonlar da olabilir. Suriye’de Ortadoğu’da bir sürü devlet var. Hangi insancıl amaç için oradalar yani. Hep kendi hesapları için. Suriye’ye bak harabeye dönmüş. Allah göstermesin. Orası nasıl ayağa kaldırılır, insanlar birbirine bundan böyle nasıl bakar, nasıl davranır, orası meçhul. Orada istikrar sağlamak, bir düzen tesis etmek çok zor”. 


HALA DAHA SOLCULARLA BİRBİRİMİZİ ANLAMAYI BECEREMEDİK
 

Kotangil, sağı ve solu değerlendirirken bir özeleştiri de yapıyor. “Birbirimizi hala anlayamadık” diyerek. 

Türk solu hala eksiktir yanlıştır. Ancak bugünkü görünüm itibariyle değil, bu sevindirici bir husus ama TV programlarında bakıyorum, yine rahatsız edici tavırları ve söylemleri var. Aslında olması lazım gelen, eksiklerimiz nedir diye bir çaba harcamalıyız. En azından birbirimiz anlamak adına bir halet-i ruhiyemiz olmalı. Ancak hala bunu beceremedik. Şu gün dahi buluşamıyoruz ama 1970’li 80’li yıllara göre elbette bir mesafe kaydedildi. Mesela şu anda Ulusal TV’yi de seyrediyoruz, diğerlerini de. Bizim tandanslı arkadaşlarımız çıkıp fikir serdediyor. Karşı tarafla belli bir noktada birleşebiliyorlar. Bu böyle olmalı. Bir sosyalist, bir milliyetçi bir diğeri başka bir görüşten beraber bir ortamda buluşabilmeli. Benim evimde ülkücü olur, ama bir oğlum da sosyalist ise ona da saygı göstermeliyiz. Amaç ne, bu millet bu ülke için. Açarsan meseleyi daha da, insanlık için. Olması lazım gelen budur. Ancak hala oraları yakalayamadık gibime geliyor 




RUSYA YÜZYILLARCA GIMILIMIZ OLDU
 

Türkiye’nin uzun yıllar bir Sovyet tehdidi ile avutulup avutulmadığı sorusunun tam zamanı diyerek soruyorum Hayrettin Ağabeyiye. 

E tabi, Rusya yüzyıllar boyu gımılımız olduÜlkemizin Rusya’ya karşı tepkisi, duruşu malum. Böyle hazır bir malzeme de var. İnanları bu malzemeye karşı kanalize etmek kolay olur tabi. Rusya’nın boğazlar Ardahan meselesi ile ilgilendiğini biliyoruz. Ruslar ve Türkler stratejik önemimiz dolasıyla birbirlerine hep rakip olmaya devam edecekler. O bizi, biz onu düşman ilan etmek diye düşürsek, ister et ister etme, biz rakibiz. Rusya her zaman bize gımıl olur. Benim şahsi düşüncem budur. Bu işler hiç değişmez. Kim ne ise o’dur. Yani Rusya’nın Türkiye üzerinde hesapları var mıdır? Vallahi vardır. Fırsat ya da imkân doğduğunda onu gerçekleştirmek ister, hiçbir millet de geri kalmaz”. 




SOLCULARLA DEĞER ÖLÇÜLERİ İTİBARİYLE DE ÖRTÜŞMEMİZ LAZIM
 

Kotangil’e, eski sol tüfekler tarafından bugün gelinen noktada aslında milli bir dava etrafında aynı mücadeleyi yapmışız fikrinin dillendirildiğini hatırlatıyorum. O anlamda sol da kalmadı sağ da. Önemli olan milli duruş sergileyebilmek dediklerini hatırlatıyorum. Ancak Kotangil’in itirazları oluyor. 

Benim milli ve manevi değer ölçülerimin en azından olmazsa olmazlarını inkâr ederlerse amacımız aynı diyemeyiz. Tamam, belki devlet için, vatan için o temin edilebilir. Ancak ben bugün bile onlarla milli ve manevi değer ölçülerimiz anlamında örtüşebileceğimizi zannetmiyorum. Bu bir eksiklik, ama temin edilebilir. Bu noktada milli duyguda buluşamaz mısınız? Diye bir soru yöneltiyorum  Milliyi maneviden ayıramazsınız. İkisi içiçe. En azından bu millidir bu manevidir diye bir kategori oluşturamayız. Aslında solcular milli değil derken aslında ifade etmek istediğimiz budur. Milliyetçiliği onlar çok yanlış anladılar. Milliyetçiliğin en basit tarifi, milletini devletini sevmektir. Onlar milletini devletini sevmiyorlar mı? Elbette seviyorlardır. O manada ben bunu temenni ederim. Ama o bir nokta geliyor, o milli manevi hasletler, değerler kabul edilmiyor. Millicisin ama gardaş, ya maneviyat? Şimdi mesela Kemal Tahir dedik değil mi? O benim gibi, ben onun gibi düşünmeyebilirim ama Allah’a iman etmişim ben. Kemal Tahir ben seni okuyorum, romanlarında, diyalog da olsa maneviyatıma değmeye ne hakkın var kardeşim? Sosyoloji; din, cemiyetleri ayakta tutan en esaslı sütundur diyorBunu biliyorsun, bunu hiçbir şekilde insanların ya da milletlerin hayatlarından çıkarmak söz konusu değil. Sen niye buna karşı olmuşsun? Yani ne edersen et, bu inancı ve değer ölçülerini ortadan kaldıramayacağına göre nedir peki? Bu söz konusu dahi olamaz. Hala bunu algılayamadılar. Yani elbette bir mesafe kat etmişlerdir, bunu görüyoruz. Ancak epeyce daha bir yolları var. Ha bu manada bizim de almamız gereken bir yol var mıdır? Vardır. Mesela bir sosyal devlet ya da cemiyet manasında bizim de evrilmemiz lazım. Böyle bir şey olmalı. Bu apaçık görülen bir şey”. 




AHMET KAYA’NIN DELİKANLI BİR TARAFI VARDI
 

Tam da evrilmeden bahsetmişken, sözü ülkücü camianın önemli isimlerinden rahmetii Mehmet Gül’e getiriyorum. Ahmet Kaya’nın ortalığı kasıp kavurduğu yıllarda solcuların yüksek sesle, İslamcıların kısık sesle, ülkücülerin ise, gizlice Ahmet Kaya dinlediğini hatırlatıyor ve Gül’ün bir soru üzerine, “Evet ben de dinledim, çünkü ben de tabancamı helada unutmuştum” dediğini hatırlatıyorum. Aslında tam da sorum buydu Heyro Baba’ya. 

Yanıtlıyor; 

Elbette, bir Mahsuni Şerif var. Fevkalade koşmaları, Türküleri olan bir ozan. Ben Türkü söylemeyi severim biliyorsun. Şimdi, Sebahattin Ali’nin, 

Ayın şavkı vurur sazım üstüne, 

Söz söyleyen yoktur sözüm üstüne, 

Gel ey hilal kaşlım dizim üstüne, 

Ay bir yandan sen bir yandan sar beni leylim ley. 

Türküsü. Buna bir şey değil demek mümkün müdür? Çok şey bu. 

Mahsuni Şerif’in, 

İşte gidiyorum çeşm-i siyahım 

Önümüzde dağlar sıralansa da 

Sermayem derdimdir servetim ahım 

Karardıkça bahtım karalansa da. 

Bu tür işler bizi birbirimize yaklaştırmalı.  

Mesela yine Mahsuni’den gidersek, 

Yiğitler yiğitler bizim yiğitler  

O'nu bilir Binboğalar ceritler. 

Şimdi Mahsuni bunu söyledi mi beni takoza kaldırıyor. E sen igitsen, ama ben ondan daha çok igidemBu o günkü şartlarda rijitlendirmenin hitabıdır. Ben benimkileri motive edeyim, öbürleri de kendilerini. Ama bu neyi getiriyor? Bu kavgayı getiriyor orta yere. Onlar da biz de, geniş bir ufukla bakamadılar, bakamadık. Şimdi bugün ben Mahsuni Şerif’in Türküsünü dinliyorsam demek ki bir yere gelmişim. Ahmet Kaya’ya gelirsek, kendi ifadesine göre ateist bir adam. Bir delikanlı tarafı olduğunu biliyoruz. Neticede çok karşıtımız da olsa ben şahsen bu manada takdir ederim. Mesela Lenin’in, ‘Komünistin şahsi hayatı olamaz’ sözü çok fevkalade bir sözdür. Yani demek istiyor ki, sen komünist isen kendini bu davaya adayacaksın. Ve de adamış kendini Ahmet Kaya ve kendi hayatında da ortaya koymuş. Çıtırıklık da dava adamlığı noktasında ortaya çıkıyor. Mesela bana sorsalar, iyi bir dava adamı mısın? Allah için değilim. Katiyen. Bu bir tevazu değildir. O manada kimseyi dışlamak istemeyiz, sevmek de isteriz. Mahsuni Şerif ile oturup sohbet etmek isterdim. Ama belli bir noktada birbirimizin boğazını sıkacak ortam olur muydu? Olurdu. Ama olmamalı. Neden? Onların igitler, bizim igitler hesabı olmamalıydı. Biz de onlar da o sınırı bilmeliydik. Yani buraya dokunulmaz arkadaş! Bunu gerçekleştirecek gücümüz söz konusu değildi. – Çok mu zordu bunu gerçekleştirmek diye soruyorum – Elbette, ölüyorsun öldürüyorsun. Orada barışı temin edemezsin. Bu kavgayı durduracak bir fikrin olabilir, ama gücün yok”. 




PEKİ, YA 1980?
 

Kotangil’e bu manada 1980 askeri darbesini, bir günde sağ ve sol kavgasının nihayete ermesinin hikmeti nedir diye bir soru daha yöneltiyorum. 

Neticede ordumuz işe el koydu ve iş bitti. Buradan şu çıkar, demek ki istenilseydi bu kavgalar olmazdı. Yine Allah rahmet etsin diyelim, Allah’ın rahmetini tevzi makamında değiliz. Ama biz Kenan Evren’den duymadık mı, işin olgunlaşmasını bekledik diye. Nedir işin olgunlaşması? Bir yığın delikanlının toprağın altına girmesi midir? Yani bu olur mu? Bir idareciye yakışır mı? Neyi olgunlaştırıyorsun? Belki kavga gürültü bitti ama 1980 bir şeyi değiştiremedi. Öyle zamanlarımız oldu ki, her işten soğuduk. Evde kitaplığıma baktım şöyle, neye yaradınız, boşuna okumuşuz dedim 


JANDARMADAN 
MATBU SORULAR 

Hayrettin Kotangil, 10 yıl önce jandarma tarafından alındığında muhatap olduğu soruları ve cevaplarını anlatırken, sorgucu jandarmanın bu soruları matbu sorular olarak addettiğini ifade etti ve başından geçen gizemli olayı şöyle aktardı;  

İşin kötü tarafı herhalde bir 10 sene oluyor.  Beni aldı jandarmaya götürdüler. Çok acı bir hatıratım bu. Yanımda da Orhan Gözgeç var. O zaman Türk-İş bölge başkanı. Dedi ben de geleyim. Onlar da olur dediler. Şimdi bana soru soruyorlar, hayrettin Bey, 12 Eylül evvelinde vurduğunuz kırdığınız ama devletin gözünden kaçan işleriniz oldu mu? Yani felan adamı böyle etmişsin, filan yeri böyle bombalamışsın. Dedim ki, yahu böyle bir soruya kim cevap verir. He biz böyle et tik ama devletin haberi yok bundan. Bu nasıl bir soru? Devam ediyor, silahınızın markası ne? Ne biliyorsun benim silahımın olduğunu dedim. Kontra bir soru ya, sen de diyeceksin ki,  işte MAP, veya işte GlockBarettaSilahımız yok ki kardeşim dedik. Dönüp bende onlara sordum, böyle sorulara cevap verebilecek kimse olduğunu düşünüyor musunuz diye. İşte çocuklarınızın adı şu, evet ben Müslümanım, Türküm. İşte;  Kutlu, Muhammed, Ahmet, Fatih. Eee ne olmalıydı sana göre? Böyle bir soruyu nasıl sorarsın? Mesela diyelim ki, İstanbul’da bir hadise, terör falan eylemi yaptınız, kimin yanında saklanırsınız? Ben de diyorum ki, bir yığın soru soruyorsun ama böyle sorulara kim cevap verebilir. Sonunda adam dedi ki, bunlar matbu sorular. Dedim ki, yani jandarma komutanları böyle matbu sorular hazırlıyor ise yazık bize. Yani biz hala potansiyel tehlikeyizGelmişiz 60 yaşımıza, bizden neyin hesabını soruyorsun. Bak, bu tavırlar bizi nerelere getiriyor. Daha sonra bir daha geldiler. Gelmiyorum dedim, git devletin hukuku kanunu var, bir suçumuz varsa gelir götürüsünüz. Sonra jandarma neden geliyor yani. Ben şehirde yaşayan adamım, gelirse polis gelir. 




DERİN DEVLET FASA FİSO
 

Kotangil’e derin devlet tartışmaları hakkında ne düşündüğünü sormadan duramıyorum, yukarıdaki anısını anlatınca. 

Derin devlet işleri fasa fiso işler. Derin devlet diye bir şey yok. Yani kimdir bunlar? Bu derin devlet her zaman varsa bunlar niye tespit edilemez? Bir takım işlerin izahı zorlaşınca, kim yaptı derin devlet yaptı. Bak ta Ertuğrul Gazi’de bile aksakallıları topladılar. Böyle bir şey yok yav arkadaş! Yani bunlar bu kadar müessir ise, bu işleri organize edebiliyorlarsa, bu işlerin olmasına niye müsaade ediyorlar. Bu insanlar devlet millet zaafa uğradıktan sonra mı işe el koyarlar? İşin aslı, bu işlerin olmasını önlemek değil midir? Madem öyle bir derinlik varsa. Bunlar nerede yaşarlar, evleri neredir? Yani bunlar bir takım güçlere de komuta edebiliyorlarsa, ne bekliyorlar? Böyle bir şey asla söz konusu değil. Derin devlet diye bir şey yok. Seninle ben bir terbiyesizlik yaparız, işte şuyuzdur buyuzdur, adı olur derin devlet. Ha, nedir derin devlet? Devletin bir takım makamlarını işgal eden etkililer, yetkililer, mafya ile şu ile bu ile bir takım menfaat işlerine girerler, budur. Buna da zaten devlet denmezMakamların ya da devletin istismar edilmesidir. Yoksa bizzat devletin derini merini söz konusu olamaz. Bu işin tarifi hukukun dışında bir takım işler itibariyle mümkün. Buna da derin devlet denmez. Devletin gizli görevlisi olur. Mesela arkeologturÖrnek; Lawrence. Ancak bu adamın asli görevi bildiğim kadarıyla arkeologturResmi görevi odur. Ama biz biliyoruz ki, bu istihbaratın adamı. Yani derin budur herhalde”. 




DEVLET BAHÇELİ YETENEKSİZ BİR ADAM
 

Haluk Kırcı’nın röportajında bana ülkücü hareket vefalı değildir dediğini hatırlatarak aynı fikirde olup olmadığını soruyorum. 

Vefa şahıslar arasındadır. Dostluğun tek bir ölçüsü vardır, o da vefadır. Vefasızlık şahıslar arasında olabilecek bir şeydir. Ülkücü hareket neticede bir yönüyle elbette siyasi harekettir. Bizzat hareketin kendisinde vefasızlık söz konusu olamaz. Ama ben sana vefasızlık ederim, biri bana vefasızlık eder. Bu, insanların şahısları ile ilgili değerlendirmelerdir. Bir parti vardır, ülkü ocakları vardır. Buranın tavırları bir takım insanların gerçekten değerlendirmelerini icap eder. İşi becerecek insanların istihdam edilmesi icap eder. Kabiliyetsiz, dik duruşu olmayan insanlarla, bu işi layıkı veçhile yapacak insanlar bu manada ayrı değerlendirilmezlerse bu manada elbette bir vefasızlık söz konusun olur. Bunu kabul edelim. Sonuçta bu iş, bu işe kaptanlık yapanların, kaptanlık köşkünde bulunan idarecilerin tavrıdır. O manada vefasızlık vardır. Hareketler mücessem bir varlık değil ki vefasız olsun. Haluk ağabeyi, mutlaka o kapsamda bu sözleri söylemiştir. Bu da işi yürütenler itibariyle olaya bakarsan normal bir şey. Devlet Bahçeli bana göre yeteneksiz bir adam. Bu manada ondan bir şey beklemek söz konusu olamaz. Ama olan bu. Referandum sürecinde yapılanlara bakılırsa, normal işler değil bunlar. Teklifi o getirdi, Aka Parti de bundan kaçamazdı. Yani sen bunu Ak Parti’nin kucağına atarsan, o da bunu tutar. Tutmazsa Ak Parti zayi olur. Yapılan akıllıca bir iş değildi. Niye yaparsın sen bu işi. Türkiye’nin gündeminde böyle bir şey yok. Bu iş, zaten rafa kaldırılmış bir işti. Devlet bahçeli lider vasfına asla ve kat’a uyan birisi değil. Genel başkandır, o başka mesele. Bir teşkilata başkanlık edersin de, liderlik doğuştan gelen bir şey. Bu iş, çalışmayla çabalamayla olacak iş değil. Herkes partisi ya da ocağı için bir lider ister ama bu öyle istenilecek zaman da olacak iş değil”. 


VATANDAŞ ÜMİT ÖZDAĞ’DA BİR
ÇOK NAKISA BULUR 

Kotangil, MHP içinde genel başkanlık savaşı veren isimler konusunda değerlendirmelerine devam ederken Ümit Özdağ’da halkın birçok nakısa bulabileceğini ileri sürdü. 

Şucu bucu olacak halimiz yok, ama gördüğümüz kadarıyla vatandaşlar nezdinde karşılık bulan isim Meral Akşener. Arzu edilen, tahayyül edilen mükemmellikte olur mu? Olmaz, ama mevcuttan iyi olur kanaatindeyim. Mesela Ümit Özdağ, bir iki sohbetimiz de oldu. Elbette dopdolu bir adam ama vatandaşta karşılık bulabileceğini zannetmiyorum. Mesela diyelim ki Tayyip Erdoğan, sev sevme, iste isteme ama vatandaşın bizden biri diyebildiği bir adam. Ama Ümit Özdağ’a bizden biri demezler. Rahmetli Özal, partiyi yeni kurmuş, çalışmalarını yapıyor. Özal’ın test zamanları. Bizim bir Yusuf ağabeyimiz var, demircidir kendisi.  Dedi ki bana Ulucami’de namaz kılacakmış, gidip arkasında  

Namaz kılalım, bakalım, namazı tadili erkân ile kılıyorsa bunun peşinden giderim ben. Siyasiler, insanların beklentilerini fazlaca göremiyor ve layıkıyla da gerçekleştiremiyorlar. Şimdi Yusuf ağabeyi için o adamın tadili erkân ile namaz kılması yetiyor. Gördü, test etti ve Özal’ı beğendi. Ümit Özdağ’da ben bu manada bir şey göremiyorum. Maneviyatı eksik demiyorum, hayata geçirme manasında söylemek istediğim. Hele bunu da samimi olarak becerebilseler, yani desinler için, parti için yapmasalar, gerçek tavırları o olsa, onu yaşayabilseler çok şey olur. Değerli bir adam Allah için, ama benim de gözlemlerim var. Ümit Özdağ’ı vatandaşın içinde gezdirdin mi, vatandaş onda birçok nakısalar bulurGelelim Meral Akşener’e. Efendim kadındır, şudur budur deniyor. Ne dersen de, onun karşılığı var. Bunu da gördük. Ümit Özdağ da ülkeyi gezdi. Onu 100 kişi dinlediyse, Akşener’i 2 bin kişi dinledi”. 

ANAM POLİS KOMİSERİNE “ÇIKART OLA AYAKKABILARINI” DEDİ 

Ülkücü hareket bir erkek hareketidir diyenler var, bu anlamda Meral Akşener doğru isim mi diye bir soru yöneltiyorum Hayro Baba’ya. Cevabı şöyle; 

Erkek derken ne kast ediliyor bilmiyorum. Delikanlılık mı kast edilen anlamadım. Ben öyle şeyleri kabul etmem. Erkek hareketi, dişi hareketi, bunlar lüzumlu şeyler değil. Mesela beni polis aldığında Kupa Kıraathanesinde idim. Dışarı çıktım, her taraf polis. Hayrettin dediler, bizi zora sokma. Zora sokacak ne var dedim. Gittik eve, evi arayacaklar. Komiser eve ayakkabılarıyla girmek istedi. Anam yakasından tuttu dışarı attı, ola dedi burada namaz kılıyoruz, ayakkabını çıkar öyle gir. Sen hiç töre terbiye görmedin mi? Diyelim ki o evde anam yok da babam ya da dayım var.  Mesela dayım olsa, o öyle bir şey demezdi. Sularına akalım bir yaramazlık çıkmasın diye. Ama anam, hem de ola diyerek, çıkart ayakkabılarını dedi. Anlatabildim mi? Şimdi nasıl yapacağız erkek hareketini?  Hiçbir iş, erkeklik dişilik noktasında katiyen değerlendirilmez. Hepimizin anası var, bacısı var, hanımı var. Yanlış darbı mesellerimiz var, mesela elinin hamuruyla erkek işine karışma gibi. Kadına etek attılar. Bunlar erkek egemenliğinin yanlış tezahürleridir. Biz biliyoruz ki, kadından evliya da var, kadından kahraman da var, âlim de var. Ha, erkekler fıtrat olarak kadında bulunmayan bazı şeylere sahiptirler, erkekler de kadınlarda olmayan bazı şeylerden eksiktirler. Erkek hareketi diye bir laf olmaz. Ben buna katılmam. Kaldı ki hiçbir hareket kadınlardan gayri olamaz. Önemli olan yiğitliktir, yiğitlik de sadece erkeklere mahsus bir şey değildir. Şimdi anamın o tavrını nereye koyacağız 

GERÇEK MANADA MİLLİYETÇİLİĞİN TARİFİ ÇOK KISADIR 

Bugünkü ocaklarının revizyona ihtiyaç duyduğu yönünde ülkücü camiada sıkça dillendirilen bu seslere katılıp katılmadığını soruyorum. 

“E elbette zaman içerisinde bir müessese, bir kurum ve bir dükkân dahi değişim geçirmelidir bu manada. Bir kere ilk önce bu iş tüm teferruatı ile bir ortaya konulur.  Yanlışlar, doğrular, eğriler tespit edilir. Olması gereken tespit edilir ve ıslah edilir. Hadi ıslah da demeyelim, olması gereken neyse bu temin edilir ve ortaya konulur. Bu yapılabilir bir iştir. Mesela bir çiçek ekiyorsun. Toprağı, bakımı, gübresi tam olmayınca o çiçek orada yetişemiyor. Bu arada liderin de ortaya çıkabilecek ortamlar olmalı. Partilerde kurultaylar oluyor değil mi? Malum bir delegasyon dediğimiz bir müessese var. Orada kim istenirse o oluyor. Gerçek bir yarış söz konusu değil. Bu bütün partiler ve kurumlar için de geçerli. Parti içi demokrasi işlemelidir. Bu işler fevkalade manipüle edilebilir işler. Parti içi demokrasi problemi bana Türkiye’nin en büyük problemi. Parti içi demokrasi olsa bu işler böyle olmazdı. Belki yeniden bir milliyetçilik ve ülkücülük tarifi yapılabilir. Gerçek manada milliyetçiliğin tarifi çok kısadır. Milletini ve milletinin değerlerini sevmektir. Ha bu manada sadece milliyetçiler ve ülkü ocaklılar sadece milliyetçidir diye de bir şey söz konusu olamaz. Ama ülkü ocaklarında kaliteli bir tarz vardı. Mesela biz haftada birkaç kitap okur, özetini çıkarır, çıkardığımız özetleri de alır, 20-30 kişi toplanıp sohbetini ve kritiğini yapardık. Bu itibarla, o günün ülkücüleri olarak biz, bilgi, tecrübe ve müktesebat elde etmiştik. Büyüklerimizin sohbetlerini dinlerdik. Bu mekânlardan biri de Hemşin Pastanesi idi. Orada gayet zengin ve muhtevalı sohbetler ve fevkalade kıymetli değerlendirmeler yaparlardı ağabeylerimiz  

Kimlerdi bu isimler? Diyorum. 

Tek tek sayıyor, 

ADI İNGİLİZ OLAN FRANSIZ FEYLESOF 

CİCİ BURUN AHMET EMİ Kendisi boya badana ustasıydı. Ey de küfür ederdi rahmetli. CKMP’ye (Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi) ve Osman Bölükbaşı’ya yakındı. Aşırı partileri sevmezdi bu gurup insanlar. Bizleri de sevmelerine rağmen, böyle ortada dururlardı. Milli Selamet Partisi (MSP) kurulunca oraya intisap ettiler onlar. Ahmet Emi bir âlemdi. Diyelim bir hüküm cümlesi kuracak, derdi ki, Fransız feylesoflarından falan bunu şöyle söylemiştir. Ama bir İngilizce isim zikrederdi. Orada bulunan titri olan akademisyenler, mesela profesörler ya da doçentler işi çözemezdiler. Feylesof Fransız, adı İngiliz derken, çaktırmadan bir ufak onlarla dalga geçerdi. Ola emi derdik, Fransız dedin İngiliz ismi söyledin. Derdi ki rahmetli, ola uşah, yaşız başız itibariyle siz işi çözdüz ama bunlar çözemedi. Niye böyle yapıyorsun diye sorardık. Ola ben Cici Burun Ehmet, sonuçta boyacı bir adam, bizi kâle almıyorlar, Fransız feylesof dedik mi, iş sağlama biniyor”. 

İSMAİL GÜRCAN FEVKALADE MÜKTESEBATI OLAN BİR İNSANDI 

İSMAİL GÜRCAN: Fevkalade müktesebatı olan bir insandı. Yorumları, ileriye dönük öngörüleri gerçekleşirdi. Mesela Demirel’in genel başkan olması sırasında saadettin Bilgiç aday, herkes onun genel başkan olacağı hususunda fikir beyan ederken, son birkaç gün içerisinde rahmetli Süleyman Demirel bu işe soyununca İsmail Emi, onun genel başkan olacağını söylemişti ve Demirel genel başkan oldu. Bu işleri Cazim abiler (Cazim Gürbüz) daha iyi bilirler. Onlar oranın müdavimleri, biz ara sıra giderdik.  

BİZ BİR ŞEY GÖREMEDIH AĞABEYİ 

ALİ KARAAVCIAli ağabeyi, uç fikirleri ve fevkalade değerlendirmeleri olan bir insandı. Allah için sohbeti de bizim kafamızı fazla sarmazdı. O zaman çocuk yaştayız. Bizden Kafka’yı çok okumamızı isterdi. Ben mesela Şato ve Dava’yı alıp gittim eve, iki defa üç defa okudum, ama pek de sarmadı. Sordu rahmetli, okudum ağabeyi, ama bir halta çıkmadı dedim. Bu işlerde bayağı kakardı bizi. Mesela resim yapardı, bak bakiyim burada ne görüyorsun diye sorardı bize. Biz de fazla bir şey göremirıh ağabeyi derdik. Yav nasıl göremezsin? Bak burada bu var şu var derdi. Vallahi ağabeyi biz göremedik derdik. O tabi farklı pencereden bakıyordubizi de o manada sıkıştırırdı”. 

SONSÖZ 

Bu hafta Kadim Teyp’imi Hayrettin Kotangil’e uzattım.  

Gönlünü, yüreğini ve geçmişini açtı. 

Misafirperverliğiniz ve içtenliğiniz için teşekkür ediyorum Hayrettin Ağabeyi. 

Selam ve saygılarımla. 

Bundan sonraki yaşamınızda sağlık diliyorum size. 

Teşekkürler her şey için. 

 

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.
Avatar
Mehmet Ali Akbulut 6 yıl önce

Gurur duydum . İşte ropörtaj işte Macit Gürbüz . Teşekkürler tertibim

Avatar
şencan kırçiçek 6 yıl önce

Çok teşekkürler bizi zamantunelinden bir yolculuğa çikardiniz

Avatar
Macit Gürbüz 6 yıl önce

Çok teşekkür ederim

Avatar
İldeniz Kutlutöre 6 yıl önce

Gerçek tarih bu insanlarda, bu tür röportajlarda. Aman ha, kitap da olsun bunlar, elimizde bulunsun. Erzurum Vakıfları el atsınlar bu işe.

Avatar
Necati 6 yıl önce

İşte tarihe not düşecek insan , ,yedeği yok , kiymetlerini saygi ile bilelim.Allah razi olsun.Ey bir Erzurum ağabeyisidir.Hurmet ederim.

Avatar
Selattin koc 6 yıl önce

O günleri yaşadım tşk.toprak tabianın 50 metre altında saat tamircisi Bekir amca lakabıyla( sahte bekir ) evlerinde kiracıydık 61-62 yılları...

Avatar
Mehmet yiğit 6 yıl önce

Hayatı yaşayışı gerçek bir delikanlı sağa sola vurmaya bir ülkücü.

Avatar
Orhan DURMAZPINAR 5 yıl önce

Babam Feridun DURMAZPINAR ın kadim dostu Çocukluğum heyro babanın yanında geçti vatan sevgisini onlardan öğrendim ömrün uzun olsun heyro baba

banner532