Kadim Teyp’imin bu haftaki konuğu, bir Erzurum meftunu.
Bir Erzurum aşığı.
Atatürk’ün kongreyi toplamak üzere Erzurum’a gelirken Ilıca yakınlarında rastladığı ve aralarında geçen o ünlü sohbetin ardından Büyük Kurtarıcıya “Bu milletle neler yapılmaz ki” dedirten kahraman dadaş, Cevat Dursunoğlu’nun tanımlamasıyla 'tunç çehreli, aksakallı ve güngörmüş,' Mezararkalı Mevlüt Ağa’nın torunu, eğitimci Hakkı Mezararkalı.
Kibar, efendi ve asil.
Asaleti; yüzünden konuşmasına, giyiminden oturup kalkmasına kadar her şeyine yansıyan bir şahsiyet Hakkı Hocam.
Vakar sahibi.
Selçuklu kartalı gibi duruyor.
Sanki karşımda Atatürk’e, “Duydum ki, İstanbul’daki ‘ırzı kırıklar” bizim Erzurum’u Ermenilere vereceklermiş. Geldim ki göreyim, bu namertler kimin malını kime veriyorlar?” diyen dedesi Mevlüt Ağa oturuyor.
Boşuna dememiş Namık Kemal, “Fıtrat değişir sanma, bu kan, yine o kandır”.
Öylesine biri.
Bugüne kadar tanımadığım için kayıpta olduğumu itiraf ediyorum.
Keşke daha önce tanıma şerefine nail olsaydım.
Bu ismi bana sağolsun Cazim abim öneriyor.
Telefon açıyor ve “Kadim Teyp’ime konuk olur musunuz?” diyorum, tüm kibarlığı ve içtenliği ile kabul ediyor.
Buluşup, sohbete başlıyoruz.
Eğitimci kimliği nedeniyle tane tane, cümlelerini özenle seçerek konuşuyor.
Konuşurken bile asaletini her halinden fark ediyorsunuz.
Kadim Teyp’imi uzatıyor ve kayıt düğmesine basıyorum.
Tanımaktan ve sohbetini dinlemekten, büyük keyif aldım, eminim siz de alacaksınız.
Mezararkalı Mevlüt Ağa gibi kahraman bir kişiliğin günümüze miras kalan torunu bakın neler anlattı.
Hadi buyurun o zaman.
HEM HÜZÜNLENİYOR, HEM GURURLANIYORUM
Hakkı Hoca, 1942 yılında dadaşlar diyarı Erzurum’da doğmuş. İlk, orta tahsilinin ardından Türkiye’nin yüz akı bir eğitim yuvası olan Erzurum Lisesi’nden mezun olduktan sonra, dedesi ile yolları kesişen Mustafa Kemal Atatürk’ün adını taşıyan Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ni bitirmiş.
Her zamanki, sorum ile başlıyorum sohbete.
Hakkı Mezararkalı kim?
Duygulanıyor ve söze Erzurum’dan başlıyor;
“O günleri yeniden hatırlamak, şahsen bana bir yandan hüzün verirken, öte taraftan o hatıralarla büyüdüğüm için mutlu oluyor, gururlanıyor ve Cenab-ı Hakka şükrediyorum. Çünkü Erzurum nev-i şahsına münhasır bir şehir”.
YARABBİ, ÖTE DÜNYADA ERZURUM GİBİ BİR YER VER BANA”
Hakkı Hocam, iliklerine kadar bir Erzurumlu ve süzme bir dadaş.
Böylesi tutkunluğu ve muhabbeti var bu şehre.
Tıpkı, rahmetli dedesi Mevlüt Ağa gibi.
Gözleri dolarak, duygulanarak, doğup büyüdüğü, meftunu olduğu bu şehri bakın nasıl ifade ediyor;
“Geçenlerde bir sohbette arkadaşlar bana sordular, dediler ki, ‘Öte dünyada Cenab-ı Hak sana sorsa ve dese ki, “Hakkı kulum, benden ne istiyorsun, ne dersin?’ Diyeceğim şey şudur; Yarabbi Erzurum gibi bir yer ver bana orada’. Erzurum’a bu çerçeveden bakarım”.
DEVLET YIKILIR, TÖRE BOZULMAZ
Hakkı Hocam’a, yaratandan ahirette dahi Erzurum istemesinin nedenini soruyorum.
“Kastınız nedir? ”
“Kastım şudur; devlet yıkılır ama töre bozulmaz. Bizim milletimizin hasletlerinden biri budur. Allah’tan böylesi bir dilek dilememin sebebi de. Mazide bıraktığımız dönemde, Türk töresi yaşıyordu. Büyük küçük vardı. Şimdi maalesef, kimin küçük kimin büyük olduğu belli değil. Sıkıntımız bu. Demografik yapımız değişiyor. Bu değişim, örfte, ananede ve kültürde değişikliğe sebep oluyor. Mümtaz Turhan hocanın Kültür Değişmeleri eseri vardır. Bu eseri okuduğunuzda bunu çok rahat bir şekilde gözlemlersiniz. Bundan 30-40 sene önce rakip siyasilerden biri hükümet meydanında miting yaparken, diğeri Gürcükapı’da yapardı. Birbirlerine küfür değil, sitem ederlerdi. Siyasi edep vardı o zaman. Bu edebi şu anda bu ülkede görmek mümkün değil. Miting biterdi, birbirine sitem eden o insanları Lalapaşa Cami’si önünde kol kola gezerken görürdük. Şimdi Türkiye’nin buna ihtiyacı var”.
ASRİ PENCERE DÜDÜDÜKLÜ TENCERE
Araya girerek “Töremizi ne bozdu?” diye soruyorum.
Teşhisi tam koyuyor.
“Tefekkür dünyası daralan milletler çok rahat deforme oluyor. Bu sözünü ettiğimiz kültür değişmelerine sebep olan şeyler, bir takım değerlerimizi yitirmemize neden olmuştur. Değişim başladığında insanımız kızına koca ararken şunu söylerdi. Asri pencere, düdüklü tencere, anasını yitirmiş, babasını bitirmiş erkek istiyoruz diye. Şimdi bu bir kültür değişikliğinin, bir kültür yozlaşmasının göstergesidir. Zemin kaymasıdır. Bundan 50-60 sene önce Erzurumlu bir tüccar İstanbul’a alışveriş yapmaya gittiğinde bir Yahudi vatandaşın dükkânına girer. İhtiyaçlarını alır – ki umumiyetle manifatura üzerinedir – sıra hesaba gelir, bunların hesabını yap der Yahudi’ye. Yahudi sorar, ‘ağa sen nerelisin?’ Adam cevap verir, Erzurumluyum. O zaman Yahudi şunu söyler. Efendi bunları al da git, parayı sonra gönderirsin. Erzurumlu hemşerimiz de olmaz der. Ölüm var yitim var, senede bağla. İş senede bağlanır ama o senet katiyen geri gelmezmiş. Bu; iki tarafın birbirine itimadıdır. Bu itimat, maalesef şu anda yok”.
CAZİM GÜRBÜZ, İLHAMİ KAFKAS, DELİ TAHİR
Hakkı Mezararkalı, geçmişi o kadar güzel yâd ediyor ve eski dostlarını ve kaybolan Erzurum kültürünü o kadar güzel anlatıyor ki;
“Öğrencilik yıllarımızda bizden iki sınıf altta olan insanlar, yanımıza geldikleri zaman önlerini iliklerdi. Mesela bunlardan biri senin ağabeyin Cazim Gürbüz idi, İlhami Kafkas idi, deli Tahir idi. Bu isimler Erzurum’un yetiştirdiği son dönem gençleridir. Belki Tahir Erzurumlu değildir ama artık Erzurumlu olmuştur. Onlarla bizim aramızda 3-4 sene vardır ama onlarla arkadaşlık etmeyi daha yakın bulurum kendime. Niye? Çünkü o kültürle yetişmişlerdir. Derler ki bir âlimin kaybı âlemin kaybı gibidir. Biz bunu dostun kaybı, âlemin kaybı olarak düşünüyoruz. Şimdi bundan uzağız. Eski Erzurum yok. Eski kültür yok”.
ÜST KATA ÇIKAMAZDIK
Hakkı Hocam, Erzurum’u anlatırken Erzurum Lisesi’nden bir örnek vererek o dönemki saygı ve sevgiyi örnekliyor;
“1952’de İnönü İlkokulunu bitirdim. O zaman ortaokul ve lise bir arada eğitim verirdi. Bizim sınıf Erzurum Lisesi’nin zemin katındaydı. Üst kata çıkamazdık. Niye? Orada ağabeylerimiz var, ayıp olur, saygısızlık olur diye. Hasbi Altınok’u, Muammer Özkavcı’yı, Gündüz Gözümoğlu’yu unutmam mümkün değildir. Bizden büyük ağabeylerimiz vardı, bugünkü tabirle onlar bizim için idoldüler. Mesela bunlardan biri Mehmet Leylaoğlu’dur, nam-ı diğer ‘Dana Memmet’. Bunlar sıradan insanlar değildi. Bize Erzurum kültürünü onlar öğrettiler. Onlardan sonra Erzurum Lisesi’nde o kültürü bizim nesil devam ettirdi. Çetin Baydar, Selami Yılmaz, Naim Gül (Gülefendioğlu), Ahmet Katkat biz hep aynı sınıftaydık. Biz bu kültürü onlardan devraldık. Hem tiyatro, hem folklor icra ederlerdi. Onların mirası bize kaldı. İl dışına gittiğimizde bize ‘nerede okuyor sunuz?’ diye sorduklarında, ‘Erzurum Lisesi’ dediğimizde bize çok farklı bakar, farklı davranırlardı, onore edilirdik. Çünkü gerçekten öyleydi”.
ECEVİT BİZİ TEHDİT ETMİŞTİ
Hakkı Mezararkalı, 1977-1978 yıllarında, o sıkıntılı dönemde Kars Dede Korkut Eğitim Enstitüsü’nde görev yapmış. O karmaşa ve kargaşa dönemini, aldıkları köklü eğitim sayesinde nasıl daha rahat okuyabildiklerini anlatıyor.
“Türkiye’de giderek tırmanan terör olaylarının yaşandığı ve ülkeyi 12 Eylül 1980 ihtilaline götürdüğü o dönem, bizi yetiştiren neslin ve öğretmenlerin o sıkıntılı günleri çok önceden görerek bizi yetiştirdikleri ortaya çıktı. Bakın, 1978’de Kars Dede Korkut Eğitim Enstitüsü Müdürü olduğum dönemde CHP’nin o günkü il sekreteri Mahmut Alınak ile devamlı surette kavga ederdik. Marksist ve Kürtçü idi ama CHP’yi ideolojisine basamak yapmıştı. O günkü şartlarda bunu göremediler. Bu tür olaylar, bugün terörün var olduğu yerlerde aynen varittir. Kimse bize o zaman sahip çıkmadı. Biz bunları dile getirdiğimiz zaman toprağı bol olsun, zamanın başbakanı (Bülent Ecevit’i kast ediyor) bizi tehdit etti. Ama aradan zaman geçtikten sonra ne kadar haklı olduğumuz ve bizi yetiştiren öğretmenlerin yaşayacağımız günleri ta o zamandan öngördükleri ortaya çıktı. Bunları 1950’li yıllarda görmüş ve bizi öyle yetiştirmiş ve uyarmışlardı. Bu çok önemlidir”.
ÖDEVDEN DEDE KORKUT’UN TEPEGÖZ HİKÂYESİ ÇIKTI
Mezararkalı, Bingöl’de yaşadıklarını anlatırken de çok ilginç tespitler ile sözlerini sürdürüyor.
“1972-1973 yıllarında Bingöl Öğretmen Okulu’nda çalıştım. Kürtçülük hareketleri almış yürümüştü. Hâlbuki Bingöl halkı Kürt değildir. Zaza’dır. Branşım itibariyle öğrencilerimden ninelerinden halk masalı derleyip getirmelerini söyledim. Getirdiler, baktım, Dede Korkut’un Tepegöz hikâyesi. Şaka yollu, ‘bu olmaz, bunlar Türklerin hikâyeleri ‘ dedim. Çocuğun biri kalkıp ’Hocam, biz Türk’üz zaten’ dedi. O yıllarda MHP Bingöl’den belediye başkanı çıkardı. Allah rahmet eylesin, Hikmet Tekin. Benim öğrencimdi. O lisedeydi, öğretmen okulundan oraya derse giderdim. Ben bunu şöyle ifade ediyorum, devlette tefekkür hayatı bittiği için, bir takım şeyleri el yordamıyla halletmeye gayret ediyor. Olacak şey değil”.
KÖKÜ MAZİDE OLAN ATİYİM
Hakkı Mezararkalı, bölücü siyaset ve kültür değişmeleri konusunda yaşadıkları çok önemli tespitlerle paylaşmaya devam ediyor;
“Ziya Gökalp ile Yahya Kemal şakalaşmaktadır, Ziya Gökalp Yahya Kemal’e diyor ki, ‘Harabisin, harabati değilsin, gözün mazidedir, ati değilsin’. Yahya Kemal cevap veriyor, ‘Harabiyim, harabati değilim, kökü mazide olan atiyim’. Şimdi bunun farkında değiliz. Türk tarihini 1071’den başlatıyorlar. Külliyen yalan. Neden yalan? E canım bir de öte tarafa bakmak lazım değil mi? Bakın, Bingöl ile ilgili çok önemli bir hatıramı anlatacağım. Kasaba gittim. Ruhsatnamesine baktım. Adamın soyadı Börteçine. Bu ne dedim (gülümsüyor) canavar soyadı? Kasap elinden bıçağı bıraktı. Sana et met yok, satmıyorum dedi. Niye kardeşim dedim. Dedi ki, benim soyadıma böyle diyemezsin. Adamla dost olduk. Adam öyle şeyler anlattı ki, sanki Erzurum’da yaşamış. Bilenler bilir, Erzurum Kültürü ile Kiğı kültürü arasında bir bağ vardır. Çünkü yakın tarihe kadar Kiğı Erzurum’a bağlıdır, ticaretini buradan yapmıştır. Bölücü hareket başladıktan sonra irtibat kesilmiştir. Sıkıntımız budur.
GİDEMEDİĞİN YER SENİN DEĞİLDİR
Hakkı Hocam, Bingöl’deki aşiretlerden Az aşiretinden bahsediyor.
Devletine ve milletine bağlı bir aşiret olarak tanımlıyor Az’ları.
Araya girip bunu Kürtleşen Türkler adlı kitabımda benim de yazdığımı söylüyorum.
Burakgazi ailesinden bahisle anlatıyor;
“Az’lar çok sağlam bir aşirettir. Vatanına, milletine ve devletine bağlıdırlar. O aşiretin çocuklarından Zeki Burakgazi var. Onun babası vardı, rahmetli oldu, Bingöl’de bize sahip çıkanlar onlardılar. Bir gerçek var ki, gidemediğin yer senin değildir”.
Yine sohbeti keserek, son dönemde PKK’lı teröristleri sahiplenen ve halktan büyük tepki alan Mahsun Kırmızıgül’ün bu aşiretten olduğunu hatırlatıyorum.
Devam ediyor, çok önemli örnekler vererek;
“Evet, ama Türk olduğunu söylemekten çekiniyor, korkuyor. Devlet, bizim gözümüzde mübarek bir müessesedir, toz kondurmayız. Devleti devlet yapan devlet memurlarıdır. Memur zihniyeti milli olamadığı için bu tür sıkıntılar çıkıyor. Bir örnek vereyim. Son görevim Milli Eğitim Bakanlığı Müfettişliği idi. Oradan emekli oldum. 1997’de Batman’a denetime gittik. Karnımız doyurmak üzere kaldığımız öğretmen evinden çıktık. . Meydandaki bir lokantaya girdik. Yabancı olduğumuz belli, bizi karşıladılar. Arkadaşlarım bir masaya oturdular, ben oturmadım. Arkadaşlar yemek söylediler, ben de yemek vitrinine bakıyorum. Yanımda bir garson dikiliyor, ona ‘eva çiye’ dedim. Yani bu yemek ne? Bildiğin çoban kavurma işte. Arkadaşlarım, Hakkı Bey, yemek söylemedin mi? Dediler. Garson dedi ki, ‘ikinci kanaldan söyledi’. Yedik, kalktık. Ertesi gün yine oraya gittik. Arada bir ünsiyet oluştu. Birkaç gün ilçelerde dolaşıp görev yaptıktan sonra tekrar oraya gittik. Aradan zaman geçmişti tabi. Bizi uzaktan gördüler, lokantanın sahibi, garsonlar ve aşçı kapının önüne dizildiler. Lokantanın sahibi sertçe, ‘neredesiniz?’ dedi. Arkadaşlar beklenmedik bu tepki üzerine irkildiler, ben onlara göz ederek, yanlarına gittim ve ‘sana ne! Ne zamandan beridir, Kürtler Türkleri koruyor?’ dedim. Adam bana, ‘Sizin gibi Türk’e kurban olalım. Sol hükümet geldi, sağcıları buraya sürdü, sağcılar burada duramadı, kaçtılar. Öğretmen ve memurları kast ediyor. Sol hükümet geldi, sağcıları buraya sürdü, memleketin anasını ağlattılar. Bunlar birer karinedir. Biraz önce dedim ya, gidemediğin yer senin değildir. Geçmişine küfredenin de, geleceği meçhuldür”.
DEVLETİ YENİ YENİ TANIDILAR
Hakkı Hoca, devlette tefekkürün bitmesinin ardından yapılan hatalar zincirinden bahisle devam ediyor;
“Bir başbakan çıktı, dedi ki, Avrupa Birliği’nin yolu Diyarbakır’dan geçer. Bir diğer başbakan da Diyarbakır’da Kürt sorunu var dedi. Sonra inkâr etti, şimdi de diyor ki, ne Kürt sorunu, terör sorunu var. Niye böyle dedi? Çünkü devleti tanımaya başladı. Şimdi anladı, devleti tanımıyordu. Benim devletle ilgili ölçüm, Şeyh Edebali hazretleridir. Osman Gazi elini öpmek istiyor, vermiyor. Diyor ki, oğlum Osman, han olduktan sonra ne ananın elini öpeceksin ne de atanın. Senden sonraki han olacak Orhan Gazi’ye de söyle o da öyle yapsın. Çünkü han, devlettir, han millettir, han ümmettir, bunun üzerinde de yalnız ve yalnız Allah’tır. Benim devlet felsefem bu, şimdi bu felsefeye kimi yerleştireyim?”.
BİR DİYAP AĞA BİR DAHA ÇIKMADI
Hakkı Mezararkalı, edebiyat ile tarih derinliğini ortaya koyan çok önemli örneklerle bugünü okuyor ve yorumluyor.
“O bölgeden bir Diyap Ağa daha çıkmadı” diyerek.
“1870’li yıllarda Saadettin Paşa, Sultan Abdülhamit Han tarafından Doğu’ya gönderiliyor. Git bir incele diyor oraları ve rapor ver. Çok enteresan. Raporu hazırlıyor ve bu raporun bir yerinde diyor ki, Van’da Kürtler Ermenilere casusluk yapıyor. Sami Önal bu raporu kitaplaştırdı. Ta o günlerden başlıyor bu işler. O koca sultan bu olayları Hamidiye Alayları ile bir bakıma halletmiş. Milli mücadelede bir Diyap Ağa çıkmıştır. Bakın tarihe, ikinci bir Diyap Ağa çıkmamıştır. O günkü şartlar çıkarmıştır onu. Kim bulmuştur? Atatürk bulmuştur. Atatürk onu onore etmiş, hakkı teslim etmiştir, etmek mecburiyetindedir çünkü. O sıkıntılı günlerde meclisi Kayseri’ye taşımak istediklerinde Diyap Ağa karşı çıkmış, bir konuşma yaparak ben buraya Ankara’yı terk etmek için gelmedim demiştir. Onun sözüyle meclis Ankara’da kalıyor. Şu anda o bölgeden yetişen bir tane Diyap Ağa yok, çıkmadı da. Sıkıntımız bu. Bir Diyap Ağa çıkaracak düşüncemiz de yok maalesef. Bingöl’de İbrahim Burakgazi ve öldürülen belediye Başkanı Hikmet Tekin değerlendirilmesi gereken birer figürdüler. Ancak değerlendiremedik. Türkiye’yi en güzel tanımlayanlardan birisi rahmetli Kamuran İnan’dır. Hayır Diyebilen Türkiye diye bir kitabı var, orada diyor ki. Yeryüzünde en çok hain yetiştiren ülke Türkiye’dir. Şu anda bunu söyleyecek bir milletvekili var mı? Yok, tıpkı Diyap Ağa gibi çıkmıyor da. Hani Kaddafi Libya halkına diyor ya, ne istiyorsunuz? Size hâkim olanları size köle ettim. Bunu söyleyen adamın çadırında ben devletimi temsil ettim. Bundan feci bir şey yok”
YİNE DE ÜMİTLİYİZ
Mezararkalı, tüm bu olumsuz tabloya rağmen yine de ümitli olmak gerektiğinin altını çizdi ve şöyle devam etti;
“Ama ümitliyiz yine de. Türk milleti, 5 bin yıllık tarihinde çok fırtınalar geçirmiş, bize 17-18 devlet kurmuşuz diye öğrettiler ama aslına bakarsanız irili ufaklı tam tamına 88 devlet kurmuşuz. 88 devlet kuran millet, büyük millettir. Bunu iyi değerlendirmek lazım. Türk tarihini dünya tarihinden çıkarın hiçbir şey kalmaz. Atatürk’ün bir sözü var, belki biraz rahatsız edici ama diyor ki, başınıza geçirdiklerinizin yedi sülalesini araştırın. İşte sohbetimizin başından beridir kültür yozlaşması ya da değişmesi diyoruz ya, işte bu tip şeylerden bahsediyoruz”.
EDEBİYATI ŞÜKRAN İPEKTEN’DEN ÖĞRENDİM
Hakkı Hoca ile sohbetimizde sözü edebiyatçı olması hasebiyle edebiyat dünyasına taşıyorum. Edebiyatı Erzurum Lisesi’nde Şükran İpekten hocadan öğrendiğini belirterek şunları söylüyor;
“Aradan zaman geçti, üniversiteye başladık, bu kez hocamız onun kocası Haluk İpekten oldu. Ne güzel bir tesadüftür ki, Eğitim Enstitüsü’nde Şükran Hocam ile meslektaş olduk. Edebiyatın çeşitli tarifleri var. Ama ben bu tarifler içinde olmuyorum. Tarif edemiyorum edebiyatı. Hani Servet-i Fünun döneminde sanat sanat içindir düşüncesi ortaya çıktı. Bir kısım da hayır, sanat halk içindir dedi. Ben sanat halk içindir tarafındayım. Halkı temsil etmeyen hiçbir şey başarılı olamaz. Bugün bazı şeylerine karşı olmama rağmen bir Fikret’i çıkaramıyoruz. Türk edebiyatında, en hümanist adamlardan biri Fikret’tir. Bunu da bırakmış olduğu eserlerden öğreniyoruz. Diyor ki, bütün dünya toprakları benim vatanımdır. Bu fikir en sivri uçlardan biridir. Buna karşı olmama rağmen, bugün bir tane Fikret yok. Onun tam zıttı, cennetmekân Akif. Akif gibi birisini de yetiştiremiyoruz”.
TEFEKKÜR HAYATI DARALAN MİLETLERİN SONU İZMİHLALDİR
Hakkı Hoca, sohbetimizin bu bölümünü çok anlamlı sözlerle tamamlıyor.
Ders alınası sözlerle.
“Son zamanlarda edebi olmaktan ziyade özellikle siyasi bir takım konuları işleyen eserler aldı başını yürüyor. O tür eserler içinde edebiyat aramak mümkün değil. Bir roman tarzı eser zor çıkıyor. Ama cazip olduğu için en çok okunanlar da onlar. En hazin tarafı da okuyan kitle yok. Gençlere 60 ihtilalini kim yapmıştır diye soruyorsun, çocuk yanıtlıyor: Atatürk. Biz lisedeyken klasiklerin büyük bir bölümünü okumuştuk. Çok şaşıracaksınız Marks’ı, Engels’i okumuştuk. Şimdi bunları kimse tanımıyor. Şimdi, Reşat Nuri’nin eserlerini dizi film olduğunda seyreden nesil söz konusu. Tefekkür hayatı daralan milletlerin sonu izmihlaldir”.
2. BÖLÜM
Hakkı Mezararkalı ile sohbetimizin bu bölümünde dedesi Mezararkalı Mevlüt Ağa’yı konuştuk.
Hem de tüm detayları ile.
Mevlüt Ağa’nın Erzurum’a Karabağ’dan geldiğini eminim hiçbiriniz duymamışsınızdır.
İsterseniz Mevlüt Ağa’yı Cazim ağabeyimin köşesine taşıdığı yazısından alıntılar yaparak, bir tarih özeti çıkararak anlatmaya başlayalım.
Hangi olaylar yaşandı Erzurum’da o dönem?
HER ŞEY BİR İSYANLA BAŞLADI
Erzurum'da, Sultan II. Abdulhamid devrinde, uygulanan vergileri bahane eden büyük bir isyan çıkmıştı.
Ömer Sami Coşar'ın "Atatürk Ansiklopedisi" adlı eserinde bu isyana dair önemli ayrıntılar veriliyor.
5 Mart 1906'da başlamış bu isyan.
Gerekçe; uygulanan hayvan vergisinin ağırlığı ile baskıcı yönetim anlayışı.
Halk bu yönetime vergi vermeyi reddetmekte, İstanbul'a giden vergilerden Erzurum'a hiçbir yatırım ve harcama yapılmadığını iddia etmekteydi.
“Küçük Kâzım” lakaplı Kâzım Yurdalan, isyana yol açan vergilerin tam adının “vergi-i şahsi ile hayvanat-ı ehliye vergisi” olduğunu, bu vergilerin Hamidiye Alay’larının giderlerini karşılamak için konulduğunu ifade ediyor ve şunları anlatıyor:
“Bu verginin konulmasına kadar Erzurum’un sınırlı gelirleri de birkaç kişinin elinde yağma ediliyordu. Bu çevrenin olumsuz hareketleri herkesçe biliniyordu. Erzurum’dan terhis edilen askerlere verilen kuponlar yok fiyatına kırılıyor ve Ermeni sarraflarla birlikte kumar masalarında harcanıyordu. Bunlara seyirci kalan hükümetin yeni vergiler koyması ahalinin tepkisine yol açtı, isyanın gerçek sebebi vergiden değildi, onu idare eden yöneticilerin beceriksizliğinden ve iş bilmemesinden kaynaklanıyordu.”
Kaynak: (Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Bir İttihatçı Kâzım Yurdalan).
TÜRKDOĞAN NE ANLATIYOR?
Prof. Dr. Orhan Türkdoğan, Türk Dünyası Dergisi'nde bu isyanla ilgili daha ayrıntılı bilgiler veriyor. İsyan, İttihat Terakki ile Teşebbüs-i Şahsi ve Ademi Merkeziyet Cemiyetleri tarafından organize ve idare edilmişti.
Teşebbüs- Şahsi ve Ademi Merkeziyet Cemiyeti'nin önemli isimlerinden Hüseyin Tosun Bey, Prens Sabahattin'in talimatı ile Kafkasya üzerinden Erzurum'a gelerek bu isyanın bir koluna liderlik etmiş. İsyanın diğer kolu ise, İttihat Terakki Cemiyeti'nin önderliğinde gelişmişti.
İngiliz Belgeleri ise, bu isyanların "Can - Verir" adlı yeraltı örgütünce hazırlanıp yönetildiğini açıklıyor. 1906 ve 1907 yıllarında, bir seri ayaklanmaya yol açan bu isyan, sıkıyönetim ilan edilerek bastırılmış. İsyanın elebaşları Sinop'a sürgün edilmişler.
Bu isyan, 1908 Meşrutiyetine giden yolda, Enver ve Resneli Niyazi Beylerin Makedonya dağlarına çıkması kadar önemli sayılıyor.
Mevlüt Ağa da, vergi memurlarına, “Bir canımız var, o da Allah’a olan borcumuz. Yarıyorsa işinize, gelin onu da alın.” Diyerek isyana iştirak etmişti.
MEVLÜT AĞA DA YARGILANANLAR ARASINDA
Mezararkalı Mevlüt Ağa da, Erzurum’daki isyan nedeniyle 1908’de yargılananlardan.
Mevlüt Ağa, 28 Ocak 1908 tarihinde Hakkı Selim Bey’in başkanlığındaki olağanüstü mahkemenin karşısına çıktı.
Mevlüt Ağa’ya isnat edilen suç;
“Polisleri öldürmek, Vali Mehmet Ata Bey’i yaralamak, şahsi vergi ve hayvanat-ı ehliye rüsumunu kaldırmaya çalışmak, devlet düzenini yıkmaya yönelik hareketlerde bulunarak parlamenter rejim lehinde propaganda yapmak, bu amaçla halk arasında yasadışı yayın, devrimci gazete ve bildiri dağıtmak” idi.
Mevlüt Ağa, hâkim karşısında kendisi ve 89 arkadaşını şöyle savundu;
“… Mademki adalet huzurundayım, o halde günahı, vebali bana ait olmak üzere olan biteni söyleyeyim. Fakat neresinden başlayayım? Şimdi de onu kestiremiyorum. İki sene, belki de yirmi sene çekilen dertleri, acıları bir araya getirip de bir saat, nihayet iki saat içerisinde olanları nasıl anlayayım? Bu memlekette konuşacak şey mi yok? İşte bunları konuşuyorduk Hâkim Efendi: Bu rezaletlere son verilmesi çarelerini konuşurduk… Fakat rica ederim Hâkim Efendi, bu bahsi burada kapayayım, çünkü çok ayıp. Evet, bu memlekette konuşulacak şey yok mu ki? Mesela bunlar Hâkim Efendi, bunların hangisi bu memleketin namusunu satarak casusluk yapmıştır? Bunların hangisi milletin hazinesini soymuştur? Bunların hangisi milletin çömleğine, tenceresine, çuluna, yorganına, sırtındaki yırtık gömleğine göz koyup sattırmıştır? Orduyu aç, memuru muhtaç, hasta askeri alakasız, ölen askeri kefensiz bırakıp, cariyeleri saraylarda vur patlasın, çal oynasın diye cümbüş yapanlar bunlar mıdır? Şunlar ki, daha düne kadar hudutların en kahraman bekçileriydiler. O mübarek Erzurum’un ki her ailesinin birkaç şehidi vardır. O mübarek Erzurum’un ki icap ettiği zaman gene her ailesi birkaç kurban vermekten çekinmeyecektir. Bunlara böyle zulümler, böyle hakaretler yapmak yakışık alır mı? Bunlar birdenbire dinlerini mi değiştirdiler? Bunlar birdenbire deli mi oldular? Bunlar ne yaptı? Hangi haksızlığı yaptılar ki böyle zincire vurulup zindanlara atıldılar? Bu şehitler ocağı niçin söndürülüyor? Bu zincirler, bu laleler, bu mahkemeler, bu hâkimler, bunlar niçin? Bunlar ayıp değil mi Hâkim Efendi?”
KAYNAK (Yolsuzluğun Ekonomik Politiği/Halil Nebiler-Yalçın Yayınları).
RUS İŞGALİ VE ÇUKUROVA’YA ZORUNLU GÖÇ
Mevlüt Ağa, Şubat 1916’daki Rus işgali nedeniyle, binlerce Erzurumlu gibi, ailesiyle göçe etmeye karar verdi ve Erzurum’dan terk-i diyar etti.
Adana’nın Karataş ilçesine yerleşti.
Binlerce dadaş ile birlikte.
Çukurova bereketliydi.
Geçimi çok iyiydi.
MONDROS MÜTAREKESİ İLE ERZURUM ERMENİLERE BIRAKILACAK DENİNCE
Mevlüt Ağa, Mondros Mütarekesi ile Erzurum’un İtilaf Devletleri tarafından Ermenilere verileceğini duyunca huzursuz olmuştu.
İlerlemiş yaşına rağmen, kağnı ile yollara düştü yeniden.
Erzurum’a geliyordu.
Kayseri, Sivas ve Erzincan derken, bayramı da yolda geçirdi.
Sonunda önce Daphan Ovası’na, ardından Alaca’ya ulaştı.
Akşam saatlerinde Erzurum’a varmayı planlıyordu.
Artık dayanacak gücü kalmamıştı.
Kağnısıyla, Ilıca önlerindeydi.
Uzaktan söğütlerin altında toplanmış bir kalabalık gördü.
Kalabalığa doğru yürümeye başladı.
Yaklaştı.
Kalabalığın içinde önceden tanıdığı Cevat Dursunoğlu da vardı.
Dursunoğlu, Mevlüt Ağa’yı tanıdı ve buyur etti.
Atatürk ve heyete onu tanıştırdı.
DURSUNOĞLU KİMDİR?
Sözü burada yıllar sonra bu olayı kaleme alarak günümüze miras kalmasını sağlayan Cevat Dursunoğlu’na bırakmadan önce Dursunoğlu hakkında bilgi vermekte fayda var.
Almanya’da pedagoji eğitim görmüştür, ülke Mondros Mütarekesi ile işgale uğramaya başlayınca, önce İstanbul’da “kurtuluş çareleri” aramış, sonra memleketi Erzurum’a koşmuştur. Orada “Vilayat-ı Şarkiye Müdafaa-yı Hukuk Cemiyeti’ne katılarak faaliyetlerde bulunmuştur. Erzurum Kongresi’ne Mustafa Kemal Paşa’nın delege olarak katılabilmesi için, Kazım Yurdalan’la birlikte istifa etmiş, daha sonra bir ilçeden yeniden delege olarak seçilmiştir. Zaferden sonra Milli Eğitim Bakanlığında üst düzey görevler almış, Kars ve Erzurum’dan CHP milletvekili olarak defalarca seçilmiştir.
MEVLÜT AĞA’NIN VE ATATÜRK’ÜN TARİHE DAMGA VURAN SÖZLERİ
Dursunoğlu, “Milli Mücadele’de Erzurum” adlı eserinde Mevlüt Ağa’nın ve Atatürk’ün tarihe damga vuran o karşılaşmasını ve karşılıklı sözlerini şöyle anlatıyor;
“Mustafa Kemal Paşa ile arkadaşları, ikindiüstü Ilıca’ya varmışlardı. Kaplıcaların önünde düşman baltasından kurtulmuş birkaç söğüdün gölgesinde misafirlere birer kahve sunuldu. Sekiz on kişilik bu küçük grup kahvelerini içerken günün durumu konuşulmaya başlandı. Mustafa Kemal Paşa, bu birkaç dakikalık görüşmede sözü hep milli hareket etrafında dolaştırıyordu. Bu sırada gözleri Ilıca’nın batısındaki sırtlara ilişti. Sıcak yaz güneşi bu sırtların arkasına doğru çekiliyor ve sırtın üzerini ışıklarıyla süslüyordu. Burada, tam yolun geçtiği yerde bir adam ufka mürtesem düştüğü için çok irileşiyor ve arkasına güneşi aldığı için de koyu renkli ve parıltılı bir cevherden dökülmüş bir heykel gibi görünüyordu.
Bu güzel ışık ve gölge oyununu ilk gören Mustafa Kemal Paşa olmuş ve yanındakilere göstermişti. Orada bulunanların hepsi birden o tarafa doğru baktılar.
Heykel, sırtlardan aşağı doğru yürüyor, onu ufkun arkasından çıkan yeni heykeller ve Anadolu ovalarının cefakeş kağnıları takip ediyordu. Bu kafilenin ucu sırtların yarı beline yaklaştığı sırada sonu da ufuktan ayrılmış bulunuyordu. Bu, beş on kağnı ile kadın, erkek, çoluk, çocuk yirmi otuz kişilik bir muhacir kafilesi idi. Kafilenin önünde yürüyen heykel, yavaş yavaş söğütlüğe doğru ilerledi. Bu, iri ve dinç bir ihtiyardı. Gür ve aksakalı göğsünü doldurmuş; Anadolu ovalarının güneşi, Anadolu dağlarının rüzgârı çehresini tunçlaştırmıştı. Omuzlarına kartal kanat attığı paltosu ve elindeki asasıyla bir yolcudan ziyade şark mitolojisindeki yarı Tanrı kabile reislerine benziyordu.
Misafirlerin ehemmiyetli kimseler olduğunu anlayan ihtiyarın zeki gözleri parladı. İri ve ak tüylerle örtülü elini geniş göğsünün üstüne koyarak oturanları selamladı. Mustafa Kemal Paşa, ta yanı başına kadar geldiği halde heykelliğinin azametini kaybetmeyen bu ihtiyarın hatırını soruyor; o da gövdesine yaraşan derin ve gür sesiyle teşekkür ediyordu.
Bu kısa hoşbeşten sonra Paşa ihtiyara:
-Ağa böyle nereden geliyorsun? Dedi.
İhtiyar:
-Paşam, Rus gelirken muhacir olmuştum. Çukurova’da idim. Şimdi köyüme dönüyorum, diye cevap verdi.
Paşa, zamanın nezaketini, halin emniyetsizliğini ileri sürerek böyle bir zamanda buralara dönmesinin pek yerinde olmadığını, kışın sıkıntı çekeceğini anlatmak istedi. Sonunda da:
-Ağa, yoksa oralarda geçinemedin mi? Dedi.
Ağa derhal mukabele etti:
-Hayır, Paşam, Çukurova cennet gibi bir yer. Bir eken yüz biçiyor. Allah millete zeval vermesin. Bize tarla da verdiler, çayır da. Hamdolsun uşaklar da çalışkandırlar. Değil Çukurova gibi yerden, taştan bile ekmeklerini çıkarırlar. Geçimimiz padişahta bile yoktu. Çok rahattık. Yalnız son günlerde işittim ki, İstanbul’daki ‘ırzı kırıklar” bizim Erzurum’u Ermenilere vereceklermiş. Geldim ki göreyim bu namertler kimin malını kime veriyorlar?
Tunç çehreli, aksakallı, güngörmüş ihtiyarın inan dolu göğsünden gelen bu ses, yine onun gibi tunç çehreli kahraman askerin gözlerini yaşarttı. Bu eski Türk kalesine millet işi için beraber çalışmaya gelen büyük devlet adamı yaşlı gözlerle arkadaşlarına döndü ve ‘bu milletle neler yapılmaz’ dedikten sonra ihtiyarla vedalaştı.
Bu ihtiyar, Erzurum’un 1319 ve 1332 ihtilallerine adı temiz bir yiğitlikle karışmış olan Mezararkalı Mevlüt Ağa idi. Mevlüt Ağa, büyük millet zaferinden birkaç yıl sonra öldü.”
TORUNUNUN AĞZINDAN MEVLÜT AĞA
Hakkı Hocam, Mevlüt Ağa’nın kesin olmamakla birlikte 1859 yılında doğduğunu 1932’de de vefat ettiğini ifade ediyor.
Mevlüt Ağa, ilk olarak Erzurum’un Tepemezarlık mevkiinde ikamet ediyor.
Soruyorum, “Soyadı da oradan mı geliyor?” diye,
“Evet” diyerek sözlerine devam ediyor;
“Mevlüt Ağa, burada küçük bir bahçeli evde oturuyor. Hatta o bahçede büyük dedemizin mezarı da varmış. O dönem insanlar cenazelerini bahçelerine defnedermiş. Soyadımız da oradan geliyor. Tepemezarlıktan”.
KARABAĞ’DAN GÖÇ ETMİŞLER
Hakkı Mezararkalı Mevlüt Ağa ile ilgili bir bilinmeyeni ilk kez açıklıyor.
Mevlüt Ağa ve ailesi Erzurum’a şu an kısmen Ermeni işgali altında olan Karabağ’dan göç etmiş.
Sözü ona bırakıyorum;
“Zannedersem Erzurum’a 1620 yılında geliyorlar. Nereden? Karabağ’dan. Bunu nenemden duymuştum. Erzurum’a İlk gelen en büyük dedemin adı da Resul ağadır. 4. Murat’ın Revan seferinden sonra geliyorlar. Erzurum’un yerlisi kim diye sorulursa, sanıyorum biz en eski yerlilerindeniz. Önce Veyisefendi’de, yani Tepemezarlık’ta ikamet etmiş, ardından da Tepeköy’e yerleşmişler. Ancak bugünkü Merkez Bankası’nın arkasındaymış asıl evleri. Benim çocukluğum da orada geçti”.
MEVLÜT AĞA BİR KERVAN SİLAH YAKALIYOR
Hakkı Hocam, dedesi Mevlüt Ağa’nın kahramanlıklarının Ermenilere ait bir kervan silahı yakalaması ile başladığını ifade ediyor;
“Aradan yıllar geçer, 1897 yılında burada bir Ermeni hadisesi olur. Ermeniler bir sıkıntı yaratır. Tam da o sırada Karskapı’da bir kervanda çok sayıda silah ve mühimmat yakalanır. Silahlar Ermenilere gelmektedir. Yakalayan dedem Mevlüt Ağadır. Hükümete teslim eder”.
MEVLÜT AĞA İTTİHATÇI OLUYOR
Mevlüt Ağa’nın uyanıklığı, Ermenilere karşı net bir tavır alması üzerine, olaylar da gelişmeye başlayınca İttihat ve Terakki Cemiyeti Mevlüt Ağa’yı Erzurum temsilcisi seçer.
“İttihat Terakki dedemi burada temsilci yapar. Biliyorsunuz, İttihat ve Terakki birkaç guruba ayrılmıştır. Rahmetli dedem bu guruplar içerisinde Enver Paşa’cıdır, onun tarafındadır. Meşrutiyet ilanında Erzurum’da bir takım hadiseler olur. Hayvan vergisi isyanı. Dedem de o isyanın içindedir. Yakalanır. Mahkemeye verilir. Mahkemede dedem bir konuşma yapar. O konuşmada, özetle, ne yaptık? Devletin aleyhine mi çalıştık? Milletin parasını mı yedik? Devleti mi soyduk? Der. Biz aslında bu cürümleri işleyenlere karşı hareket ettik”.
SİNOP’A SÜRGÜN OLUYOR AMA
Ardından, yukarıda detayıyla arz ettiğimiz olaylar ve sürgün kararı veriliyor Mevlüt Ağa için, ancak ilginç bir şekilde Aşkale’den geri dönüyor arkadaşları ile birlikte.
“Mahkeme dedemi Sinop’a sürgün eder. Ancak çok ilginç bir gelişme olur. Sinop’a giderken tam Aşkale’de iken yeni bir emir gelir ve geri dönerler. Kadir Ağa, Gullebi Osman Ağa (Daha sonra şapka isyanında idam edilir) gibi isimler de vardır onların içinde. Bu arada ifade edeyim, dedem şapka isyanına karşı çıkmamış, bilakis, devlet ne demişse o olur demiştir”.
MEVLÜT AĞA’NIN MEŞHUR DEVE HİKÂYESİ
Hakkı Hocam, dedesinin Ermeni mebus Karakin Pastırmacıyan’ın yüzüne yaptığı o meşhur develeri oynatma öyküsünü anlatıyor bu kez.
“Aradan yıllar geçer. Demirciler çarşısındaki Fatih Cami, o dönem kilise idi. O kilisede bir toplantı olur. 1. Cihan Savaşı’na girmek üzereyiz. O toplantıya Bahattin Şakir ve bir çok zevat gelir. İttihat Terakki’de murahhas aza olarak dedemi tayin eder. Toplantının ana teması Ermeniler. O toplantıda Karakin Pastırmacıyan da vardır. Biliyorsunuz, İstanbul’da Osmanlı Bankası saldırısı ve devam eden olaylar onun başının altından çıkmıştır. İşte herkes konuşur. Erzurum Ermenilerindir derler. Amaçları böyle bir karar çıkarmak. Yoğun münakaşalar olur. Dedem söz ister. Ve… Bu ilk ve son konuşmamdır der ve o meşhur deve hikâyesini anlatır”.
Burada o meşhur hikâyey i hocamı yormadan detayıyla size Nazım Ören’in, “Şark Vilâyetlerimiz Sahnesinde Yakın Tarihin Dersleri” adlı eserinden aktarayım.
“Birinci Cihan Harbi başladığı zaman Meclis-i Mebusundaki Türk ve Ermeni mebuslardan şark vilâyetleriyle alâkaları bulunanlar toplandılar, harbe girdiğimiz takdirde neler yapmak icap edeceğini konuştular.
İttihad ve Terakkî Fırkası namına benimle Bahaeddin Şakir’i, Ermeni mebuslarından Erzurum mebusu Karakin Pastırmacıyan ile Van mebusu Vartekes’i verilen kararları mahallinde propaganda etmek ve harp çıktığı zaman tatbikata geçmek üzere Erzurum’a gönderdiler.
Biz, bu dört zat, Erzurum’da bir kongre topladık. Bu kongreye şark vilâyetleri ve livalarındaki teşekküllerden ikişer Müslüman ikişer de Hristiyan aza davet ettik.
İstanbul’da verilen kararlar bir de bu kongrede gözden geçiriliyordu.
Müzakereler güzel gidiyordu. Harbe henüz iştirak etmemiştik. Bu sıralarda Rusya bir beyanname neşretti. Bunda, Osmanlı Devleti, İtilaf devletleri aleyhine harbe girdiği takdirde Ermenilere istiklâl verileceğini, bütün şark vilâyetlerinin Ermeni devletine mal edileceğini vaad ediyordu. İşte bu beyanname kongrenin kararlarını da Ermenilerin fikirlerini de alt üst etti. Ermeni çeteleri evvela
Van’da sonra Muş’ta tecavüze geçtiler. Ermeni gazetelerinin ağzı değişti. İstiklâlden, Ermeni lisanının resmî dil olarak tanınmasından, şark vilâyetleri vali, mutasarrıf ve kaymakamlarının Ermeni olması lüzumundan, hatta jandarma ve polislerin bile Ermenilerden olmasından bahsetmeye başladılar. Artık müzakerelerin sonu gelmiyordu. Bir gün yine bir müzakere çıkmaza girmişti. Kongreden bir ricada bulundum: Türkçe gazeteler gibi Ermenice gazetelerin de kongre sonuna kadar mutedil bir lisan kullanmalarının lüzumundan bahsettim. Erzurum mebusu ve Taşnak Komitesi Reisi Karakin Pastırmacıyan Efendi müstehzi bir edayla,
-Bu nasıl teklif… Koca bir milletin ağzını tutabilir miyiz? dedi. Bunu söyleyen Ermeni mebusu, Abdülhamit zamanında Avrupa’dan getirttiği otuz kadar Ermeni komitacı ile sırf Osmanlı devletini dünya karşısında gülünç bir vaziyete düşürmek ve ecnebi devletlerin Ermeniler lehine müdahalelerini sağlamak maksadıyla İstanbul’da Osmanlı Bankası’nı basan, bankayı bekleyen nöbetçilerimizi kapandığı bankanın pencerelerinden attırdığı el bombalarıyla polis ve askerlerimizi şehit eden adamdır. O zaman hasta adam adı verilen devletimiz, ecnebi devletlerin baskısı karşısında bu komitacıların serbestçe bankadan çıkıp kendilerini Avrupa’ya götürecek vapura binmelerine müsaade etmişti. Meşrutiyetten sonra İttihat ve Terakki hükümeti, bu kara mazili Ermeni’yi Erzurum mebusu yapacak kadar müsamahakâr ve uzlaşıcı davranmıştı.
Ben Karakin’e cevap vermedim.
Fakat Erzurum İttihat ve Terakkî Cemiyeti’nin bu kongreye murahhas olarak gönderdiği Mezararkalı Mevlüt ağa atıldı:
-Bu kongrenin işe başladığı günden bugüne kadar ağzımı açıp bir laf etmedim, dedi. Bu hakkımı ve bundan sonraki söz haklarımı yalnız bir defaya mahsus olarak bugün kullanmama müsaadenizi rica ederim.
Mevlüt Ağa’nın Abdülhamit idaresine karşı yapılan Erzurum isyanındaki gayretlerini, isyan sonunda mahkemede yaptığı ateşli müdafaasını kongredeki bütün Ermeniler işitmişlerdi. Mevlüt Ağa ile oynamanın kıpkızıl ateşle oynamak demek olduğunu hepsi biliyordu.
Mevlüt Ağa, asabiyetini sinirli tebessümlerinin altında saklayarak devam etti.
-Ben, dedi böyle çeşit çeşit mektepler görmüş, dünyanın altından vurup üstünden çıkmış adamlara öğüt verecek değilim. Sinirleri biraz yatıştırmak için hal ü maslahata uygun gördüğüm bir masalı anlatacağım.
İsteyen güler, isteyen düşünür, istemeyen de çıkar gider…
Bir gün bir ilkbahar günü develerden, atlardan, katır ve eşeklerden ibaret büyük bir kervan, çıngıraklarını çalarak, zillerini öttürerek gelip çamurlu ve dik bir yokuşa dayanır.
Dinliyorsun değil mi Karakin Efendi…
Kervan uzun bir moladan sonra yokuşu çıkmaya başlar. Çamur dizde, yükler ise ağırdır. Ha bire ha, düşe kalka, ter ve çamur içinde, biri deve biri de eşek iki hayvan hariç, diğerleri yüklerini tepenin başına çıkarabilirler. Yalnız bu iki hayvan, yürümem de yürümem de çamurlara gömüldükçe gömülürler.
Koca kervan bunları bekleyecek değil ya… Tepeye çıkanlardan birkaç hayvan getirip bunların yüklerini alırlar. Deve ile eşeği çamurların kucağına bırakıp giderler.
Deve ile eşek, geceyi çamurun içinde geçirir, dinlenirler. Ertesi sabah gözlerine yolun kenarındaki taze bahar otları ilişir. Boyunlarını uzatır, gövdelerini çeker, yavaş yavaş otlamaya başlarlar. Bir iki saat sonra ayağa kalkabilirler. Nihayet titreye titreye yanı başlarındaki çiçekli vadiye inmeye muvaffak olurlar.
Beş gün on gün yerler, içerler keyifleri yerine gelir. Hoplamaya zıplamaya başlarlar. Eski hallerinden daha sıhhatli daha kuvvetli bir hale gelirler.
Başka bir gün gene attan, deveden, katırdan ve eşekten ibaret bir büyük kervan yokuşu çıkmaya başlar. Çıngırak sesleri, at kişnemeleri ve eşek anırmaları bizim deve ile eşeğin kulaklarına kadar gelir. Eşek duramaz, deveye sokulur,
-Deve kardeş der, benim keyfim yerine geldi, anıracağım.
Deve o güzel gözleri ve yalvaran bakışlarıyla eşeğin yüzüne bakar,
-Aman kardeş der, sakın öyle bir şey yapma. İçinden gelse bile kendini tut. Sesini çıkarma. Zorun ne? İşte Allah’ın bu kimsesiz cennetinde başıboş istediğimiz gibi yiyip içiyor, hoplayıp zıplıyoruz.
Anırıp da ne kazanacaksın?
Dinliyor musun Karakin Efendi?
Deve daha yalvarmasını bitirmemişti ki eşek üst perdeden anırmaya başladı.
Meğer kervanın da yorulan ve yükünü yokuşun başına çıkaramayan bir mekkâresi varmış.
Kervancılar bu dertlerine derman arıyorlarmış. Vadiden gelen eşek sesini işittikleri zaman hemen koşup eşekle deveyi yakalamışlar, yarı yolda kalan yüklerini bunlara yüklemişler.
Fakat devenin arkadaşı olan eşek, hem ham, hem tavlı olduğu için yokuşu çıkarken yorulmuş.
Mekkâreciler bunun yükünü alıp deveye yüklemişler. Fakat eşek ya yorgunluğundan ya da –sözüm ona eşekliğinden- gene yürümemiş. Mekkâreciler bu gösterişli eşeği orada bırakmaya kıyamamışlar. Eşeği de devenin üstüne yüklemişler.
Dinliyorsun değil mi, Karakin Efendi?
Zavallı deve bu ağır yükün altında yürüyüşüne olanca takat ve kuvvetini sarf ederek bir müddet devam etmiş. Kervan bir uçurumun kenarından geçerken artık tahammülü kalmamış. Uzun boynunu uzatıp sırtında keyif çatan eşeğin yüzüne bakmış,
-Eşek kardeş, demiş ben oynayacağım, demiş.
Eşek:
-Aman deve kardeş demiş. Ben senin sırtında zaten eğreti duruyorum. Sen oynarsan ben şu uçurumlara yuvarlanır parça parça olurum. Aman ha! Demişse de, deve’den:
-O kadar yalvarmalarıma rağmen sen beni dinlemedin, anırdın. Neticede ben bu hale geldim. Sen de sırtımda keyif çatıyorsun. Artık amanı zamanı yok. Sen nasıl beni dinlemedin anırdınsa ben de seni dinlemeyecek oynayacağım, cevabını almış.
Deve zıplamaya başlar ve eşek uçurumlardan aşağıya uçup parça parça olur.
Mevlüt ağa sözüne devamla,
-Karakin Efendi, benim okuyup yazmam yok. Fakat bu adamların teklifinde kabul edilmeyecek bir şey olmadığı meydanda. Koca bir milletin ağzı tutulmaz da, ondan daha koca bir milletin kulaklarına kurşun mu akıtılır? Daha ne istiyorsunuz? Meşrutiyetin ilânından bugüne kadar keser hep sizin tarafınıza yonttu. Şimdi bu adamların istedikleri, “İtilâf devletleri aleyhine harbe girmeye mecbur olursak bizden ayrılmayınız…” dan ibarettir.
Bundan daha doğru yol olur mu? Sizden rica ediyoruz. Bu tufandan birbirimizi boğazına atılarak değil, birbirimize dostça sarılarak kurtulmanın çaresini arayalım. Ecnebi devletler, kendi menfaatlerine hizmet edecek uşak arıyorlar. Ne bizim ne de sizin elinizden dostça tutacak değiller. Bu adamların gösterdikleri doğru yoldan ayrılıp da deveyi uçurumun başında oynamaya mecbur ederseniz vallahi billahi paramparça olursunuz, dedi.
Celse kendi kendine bitmişti.
Azaların çehreleri kıpkırmızı ve sapsarı kesilmişti.
Salonu birer birer terk ettiler.
Bahattin Şakir kalktı ve Mevlüt Ağa’yı yanaklarından ve sakalından öptü, öptü…”
ÇUKUROVA’YA SÜRGÜN EDİLİYOR
Hakkı Mezararkalı devam ediyor,
“Aradan zaman geçer Ermeni hadiseleri olur. Meşhur Nemrut Mustafa mahkemelerinden biri de Erzurum’da kurulur. Orada yargılanır ve Ermeni hadiselerinden dolayı suçlu bulunur. Sürgün edilir ve Çukurova’ya Adana’ya öyle gider. Ve 3 Temmuz’da Atatürk ile yolları kesişir. Babam da yanındadır ve 3-4 yaşındadır. O meşhur sözler de karşılıklı olarak orada söylenir. Aslında tarihe damga vurmuşlardır. Yıllar sonra bir yerde Mazhar Müfit dedemi görür, tanışmak ister. Tanışır, konuşurlar, sohbet sırasında Mevlüt Ağa bu Ermeni hadisesi için ne diyorsun diye sorar. Mevlüt Ağa, Kazım Karabekir’i göstererek, paşam bir aç desin bakın neler oluyor der. İstiklal Harbi biter, meclis kurulur. Dedem artık köşesine çekilmiştir. 1932’de de rahmetli olur”.
ATATÜRK’Ü EVİNDE MİSAFİR ETMİŞ
Mevlüt Ağa’nın Erzurum Kongresi döneminde az önce bahsini ettiğimiz bugünkü Merkez Bankası arkasındaki evinde bir gece ve bir öğlen Atatürk’ü evinde misafir ettiğini de öğreniyoruz.
“Atatürk ile ilgili bu bilgileri nenemden işitmişimdir, Gençliğim o evde geçti, 10 tane odası vardı. Sonradan Edip Somunoğlu’nun döneminde istimlak edildi ve yıkıldı. O cadde de öyle açıldı” diye anlatıyor Hakkı Hoca.
TURANCIYDI
Kongre kararlarının bir kısmı da bu evde alınmış ninesinden dinlediğine gör.
“Dedemin en bariz özellikleri, son derece Türk milliyetçisidir, vatanseverdir ve Turancıdır”.
DUSUNOĞLU İLE DEDEM ÇOK YAKINDIR AMA FİKİRLERİ FARKLIDIR
Hakkı Mezararkalı’ya Mevlüt Ağa ile ilgili başka ne bilgi var diye soruyorum. Cevat Dursunoğlu ile yakınlığı nasıldı? Gibi.
Cevaplıyor;
“Dursunoğlu ailesi ile Mezararkalı ailesi çok yakındı, aile dostuydu ancak fikirleri farklıydı. Nasıl? Biliyorsunuz, İttihat ve Terakki’nin bir kısmı sonradan CHP’li olmuştur. Dedem bunlardan biridir. Haksızlığa gelemeyen yiğit bir adamdır. Haksızlığı padişah ta yapsa karşı gelecek kadar yiğittir. Tıpkı hayvan vergisi isyanında olduğu gibi. İstanbul’daki ırzı kırıklar dediğinde kastı Damat Ferit Paşa’dır. Çünkü o günkü şartlar içerisinde damat Ferit’in yaptıkları ortadadır”.
GENÇLER TÜRK TARİHİNİ İYİ BELLESİNLER
Sohbeti bitirirken Hakkı Hoca’dan mesajı olup olmadığını soruyorum.
İşte son sözleri;
“Gençlerden isteğim ve temennim şudur ki, Türk tarihini iyi okuyup iyi bellesinler. Atatürk’ü iyi tanısınlar. Bu Cumhuriyet kurulurken, çekilen sıkıntıları iyi bilsinler. Çanakkale’de bir tas bulgur çorbası ile yedi düvele karşı çıkan atalarını unutmasınlar”.
3. BÖLÜM
KAYBOLAN FOTOĞRAFIN PEŞİNDE
Bu bölümde bu röportajın belki de en önemli ayrıntısını aktaracağım size.
Hakkı Hocamı ararken, varsa dedesi Mevlüt Ağa’nın bir fotoğrafını getirmesini istirham ediyorum.
Tek bir fotoğrafı olduğunu, onu da Ilıca ilçesi girişinde yapılan bir anıt ve üzerindeki rölyef için kendisinden istendiğini, ancak fotoğrafın o aşamada kaybolduğunu belirtiyor üzülerek.
Tamamen iyi niyetle ve dedesine olan sevgi ve saygıdan verdiği o bir tek fotoğraf şu anda kayıp ve Mevlüt Ağa’nın tek bir kare dahi fotoğrafı yok.
Bu, büyük bir ayıp.
Röportaj için Hakkı hoca ile buluşmadan önce 100. Yıl Parkındaki rölyefte bulunan Mevlüt Ağa’yı ve Atatürk’ün o meşhur sözünü, ardından da Ilıca’ya giderek fotoğrafın kaybolmasına neden olan o rölyefteki halini fotoğrafladım.
Hakkı Mezararkalı, dedesine ait özenle sakladığı bu fotoğrafı anıtın yapıldığı o dönem Ilıca Kaymakamı Özlem Gevrek istiyor ve bir anıt yapılacağını ifade ediyor.
Hakkı Hoca da teşekkür ederek fotoğrafı Kaymakam Gevrek’e teslim ediyor.
Gevrek, Ilıca Belediyesi ile ortaklaşa bir proje hazırlatıyor ve bu fotoğrafı Atatürk Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Heykel Bölümü’nden Görüş Babayev ve Mustafa Bulat hocalara teslim ediyor.
Rölyef çalışılıyor, anıt hazırlanıyor ve açılıyor.
Ancak fotoğraf o arada sırra kadem basıyor.
Bu bana çok dokunuyor ve başlıyorum fotoğrafın izini sürmeye.
O dönem Ilıca iken, şimdilerde Aziziye olarak adı değiştirilen belediye basın bürosunu arıyorum ve fotoğrafın arşivlerinde olup olmadığını soruyorum.
Cevap şu; Ilıca belediyesinin basın ya da halkla ilişkiler bürosu olmadığı için, oradan devirde hiçbir dosya, fotoğraf ya da bilgi bize intikal etmedi. Anıtı yaptıran başkan İsmail Efe’nin dahi fotoğrafını bulamadık.
Güler misin, ağlar mısın?
Bu kez anıtı yapan hocalara sormak istiyorum.
Benim çok sevdiğim Mustafa Bulat Hoca ile irtibat kuruyorum.
Rölyefi daha çok Görüş Babayev hocanın çalıştığını ifade ediyor ve olursa onda olur diyor.
Görüş Hocanın cep telefonunu buluyor ve onu Didim’de buluyorum.
Görüş Hoca da, kendisine fotoğrafın orijinalinin değil, bir fotokopisinin verildiğini belirtiyor ve işi bitince de dosyasına tevdi ettiğini söylüyor.
Dosyayı soruyorum, fakülte taşınırken o da kaybolmuş.
Bu kez dönemin kaymakamı Özlem Gevrek’i arayama başlıyorum.
İzmir Vali yardımcısı olduğunu öğreniyor, meslektaşım, can arkadaşım Hakan Kanber’i arıyorum.
Sağolsun onca işinin arasında açıp soruyor.
Sevgili Hakan İzmir Valiliği Basın Bürosu’nun Özlem Hanım’ın Ankara Kadın ve Aileden Sorumlu Bakanlık’ta genel müdür olduğunu ifade ettiğini söylüyor.
Bakanlığı arıyorum, buradan ayrıldı cevabını alıyorum.
İz sürerek Sayın Gevrek’in İçişleri Bakanlığı Hukuk Müşavirliğinde görevlendirildiğini öğreniyorum bu kez.
Yoruldunuz değil mi okumaktan, inanın ben de yoruldum.
Hukuk Müşavirliğini arıyorum, not bırakıyorum, ancak aradan bir hafta geçiyor ne arayan var ne de soran.
Özlem Hanım’a Facebook’tan da yazıyor ve bu nedenle kendilerine ulaşmaya çalıştığımı ifade ediyorum.
Nezaket de kalmamış maalesef.
Hala o fotoğrafa ulaşmış değilim.
Bu ayıp hepimizin, tüm Erzurum’un.
Haa… Bir şey eklemeden geçemeyeceğim.
Ilıca’daki rölyefte önemli bir yanlışlık var.
Anıt kaidesi ise, hem çok kaba, hem de öylesine yapılmış.
Bu çok belli.
Rölyef çok güzel ancak, Mevlüt Ağa’nın başında kasket var.
Bu da ayrı bir saçmalık.
Çünkü Mevlüt ağa o zaman başına Ahmediye sarığı örtüyormuş.
100. yıl Parkındaki rölyefte ise başında Ahmediye sarığı var.
Hangi saçmalığı anlatayım ki size.
Ilıca’daki anıtta tek bir yazı dahi yok.
Orada oturan gençlere Mevlüt Ağa’yı göstererek soruyorum, bu kahramanı tanıyor musunuz diye.
Cevap “hayır, bir tene hacı işte ne bilim” oluyor.
Yazıklar olsun, ne diyeyim.
Bu durumu Hakkı Hocama soruyorum.
Tevazu gösteriyor, zorluyorum ve yine de tüm kibarlığı ile dudaklarından şu sözler dökülüyor.
Mevlüt Ağa’ya yakışır bir cevap veriyor.
“Biraz belki hamasi olacak ama Allah riyadan uzak etsin hepimizi, o denemin yüreği yüce insanlarının sayesinde ben Erzurum’da rahatça yaşıyor, dolaşıyorum. Bu da bana yetiyor. Bilenler biliyor. Ilıca’da dar ve kısacık bir sokağa Mezararkalı Mevlüt Ağa ismi vermişler. İş olsun misali. Soyadımız dahi yanlış yazılmış. Üzüldüğüm şey şu; hiç değilse tabeladaki soyadımızı doğru yazsınlar. Gerisi umurumda bile değil”.
SONSÖZ
Saygıdeğer Hakkı Hocam, sizi tanımaktan onur ve şeref duydum.
Bana dedenizi hatırlattınız.
Kadim Teyp’imi onurlandırdığınız için minnettarım.
Ellerinizden öpüyorum.
Selam ve saygılarımla.