Neredeyse ömrünün yarısını cezaevlerinde geçirmiş.
7 kez idam cezasına çarptırılmış.
Toplam 27 sene hapis yapmış.
Saçlarına aklar düşmüş ama benim saçlarımın yanında maşallahı var.
Telefonla ulaşıyorum Haluk ağabeyiye.
‘Kadim Teyp’ime konuşur, kadim yaşamınızı ve kadim Erzurum’u anlatır mısınız?’ Diyorum.
Sağ olsun, tereddütsüz kabul ediyor.
Atlıyorum uçağa, ver elini Ankara.
Ankara’nın Hamamönü semtinde tarihi bir konakta gerçekleştirdiğimiz söyleşimiz başlıyor.
Hal hatırın ardından, Kadim Teyp’imin kayıt düğmesine basıyor ve ‘Haluk Kırcı kim?’ diye soruyorum.
Seri ve marş söyler gibi konuşuyor.
Hayatını safha safha anlatmaya başlıyor.
Bir yandan Kadim Teyp’imi tutarken, diğer yandan geride bıraktığı yaşamının yüzünde bıraktığı izlere bakıyorum.
Konuşurken süzüyor ve yakından izliyorum onu.
Kaleme aldığı ‘Zamanı Süzerken’ adlı kitabı gibi zamanı süzmüş bir karakter duruyor karşımda.
Çok zor ve Türkiye gündemine damga vuran olaylarla geçen yaşamını bir bir özetlerken, doğuştan karakteristik bir yüze sahip olan Haluk ağabeyinin yüzünün daha da karakteristik bir hal aldığını görüyorum.
Adeta bir Hollywood yıldızı karakteristiği var yüzünde.
Hayat müsameresinde hep zor oyun karakterlerini yaşayarak o oynamış sanki.
Ülkü Ocakları’nın tiyatro kolunda önemli roller üstlenmiş.
Hele bir Şamitrov karakterini canlandırmış ki, tüm salonu ağlatmayı başarmış.
Hayat ona öylesine oyunlar oynamış ki.
Hayat sahnesinde hep başrol oynamış.
Soruyorum, ’27 sene hapis yatmışsınız, nasıl ayakta kaldınız?’
Cevabı; kısa, net ve anlamlı, “Dua ile”.
Dua demişken, Haluk Kırcı 13. Kitabını yayınlamak üzere, bu kitap da tefsirler üzerinden Kur’an’ı anlama kitabı.
Ayrıca, kamuoyunun çok bilmediği çok yeni bir haberi de benimle paylaştı.
Erzurum büyükşehir belediye başkanlığına aday.
Haluk Kırcı, bugünkü ülkücü hareketi yerden yere vurdu ve Devlet Bahçeli’nin genel başkan olabildiğini ancak lider olamadığını da söyleyerek gündem yaratacak ve çok konuşulacak siyasi açıklamalar yaptı.
Haluk ağabeyi ile yaklaşık 3 saat daha çok kadim Erzurum’u konuştuk ama Çatlı’dan Muhsin Yazıcıoğlu’na kadar Türkiye’nin fırtınalı döneminden kesitlerde sunacağız size.
Uzun ama içeriği dopdolu bu röportajı okumaya hazır mısınız?
NAİME PAŞA KONAKLARINDA OTURDUK
Hayatının ilk dönemini şu sözlerle aktarıyor;
“1958 yılında Erzurum’da doğdum. İlk, orta ve liseyi memleketimde bitirdim. Gavurboğan mahalleliyim. Çocukluğumun ilk evreleri Üç Kümbetlerde geçti. Oradan Narmanlı Mahallesine taşındık. Orada meşhur Naime Paşa Konaklarında oturduk”.
.jpg)
KADINLARA PAŞA UNVANI VERİLEN TEK ŞEHİR ERZURUM’DUR
Kırcı, bugünkü neslin bilmediği kadim Erzurum’a ait bilgiler aktararak anlatıyor yaşam hikâyesini.
Kadınlara paşa unvanı verilen tek şehir olduğu bilgisini kadim dadaşlar bilir elbet.
Yaşlı kadınlara ‘paşa ya da paşam’ diye hitap edilir Erzurum’da.
Haluk ağabeyi, oturdukları evi ve sahibi Naime Paşa’yı anlatıyor.
“Biliyorsunuz Türkiye’de kadınlara paşa unvanı verilen tek şehir Erzurum’dur. Erzurum’da meşhur Cin Memet diye vatandaş varmış, onun hanımıdır Naime Paşa. Çok asil bir kadındı. Orada birbirine geçmeli 5-6 tane evi vardı. O evlerin birinde de biz otururduk. Hayatımın en güzel yılları orada geçti. İlkokulu Vali Hafız Paşa İlkokulu’nda, Ortaokulu 23 Temmuz Ortaokulu’nda, son olarak liseyi de Atatürk Yapı Meslek ve İnşaat Teknik Lisesi’nde okudum”.
Haluk ağabeyi paşa kültüründen bahsetmişken, bir ekleme de ben yapayım izninizle.
Bir Erzurum Türküsünün nakaratı “Ağam yar paşam yar” değil midir?
Aysun Gültekin ne güzle söyler.
.jpg)
NURAN ÖĞRETMENİMİ UNUTAMADIM
Haluk Kırcı, ilkokul öğretmenini unutamamış, belli ki, iz bırakmış hafızasında ve yüreğinde.
Sözü yine ona bırakıyorum;
“Vali Hafız Paşa İlkokulunda öğretmenliğimi Nuran Özsöz adında bir öğretmen yapmıştı. Çok sevdiğim bir insandır, Allah ömür versin, sanıyorum hayatta. Çok iyi bir insandı. Onun tedrisinden geçtik. Unutamadım Nuran öğretmenimi”.
“SİYASİ YAŞAMIM ORTA SONDA BAŞLADI”
Haluk Ağabeyi, siyasi hayata çok erken ve hızlı bir giriş yapmış. Ülkü Ocakları saflarına katılması ortaokul döneminde başlamış.
“Orta sondan itibaren siyasi hayatın içinde oldum. Erzurum Ülkü Ocakları’na gidip gelmeye başladım. O dönem, ortaöğretim komite başkanlığı, lise başkanlığı gibi önemli görevlerde bulundum. Ogün için önemli görevlerdi”.
.jpg)
ANKARA’YA GELİŞ
Kırcı, takvimler 1975 yılını gösterdiğinde daha 17 yaşındayken Erzurum’dan ayrılmış, rotasını üniversite eğitimi almak amacıyla Ankara Gazi Üniversitesi’ne çevirmiş.
“O görevleri bitirdik, Ankara’ya geldik. Gazi Üniversitesi Eğitim Fakültesi’ne yazıldım, hep olayların içinde olunca ancak bir yıl okuyabildim, atıldım. Aranmaya başlandım, aranma sürecinde yakalandım ve Mamak Askeri Cezaevi’nde 8 sene bilfiil hapis yattım. İdamla yargılandım. İdam cezam onaylandı. İdam dosyam beklerken 1991 affıyla tahliye oldum”.
“SOL KESİMDEN TAHLİYELERİME CİDDİ İTİRAZLAR GELDİ”
Haluk Kırcı, tahliyesine sol kesimden sürekli itirazlar geldiğini ve Yargıtay’ın o dönemki yapısının aleyhine olmasından hayatının farklı geliştiğini hatırlattı ve şöyle devam eti;
“Ondan sonraki hayatım uzun bir süreçtir. Süreç farklı gelişti. İşte bildiğiniz Susurluk olayları falan. Farklı suçlamalar sonucunda, tahliye olmama rağmen tahliyem geri alındı. Mahkemelerin tahliye kararlarına rağmen sol kesimin ciddi itirazları, Yargıtay’da o günkü siyasi yapının aleyhimize olması bizi farklı yerlere sürükledi ve toplamda 27 sene hapis yattım”.
Haluk Ağabeyi idamla yargılandığından bahsedince, ülkü ocaklarında tiyatro yaparken bir idam mahkûmunu oynadığını duyduğumu söylüyor ve soruyorum, ‘orada acaba hayatınızın rolünü mü oynamıştınız?’ diye.
“O dönem üniversitede bir abimiz vardı. Onun başkanlığında, Ülkü Ocakları bünyesinde Akşin tiyatro topluluğunu kurduk. Orada, ‘Bekleyenler’ ve ‘Hasret’ gibi birkaç ciddi oyun sahneledik. Ardından Doğu Anadolu genelinde oyunlar sergiledik. O dönem Şamitrov diye bir rolü ben oynamıştım. Aslında adı Şamil, Bulgar baskısından adı Şamitrov yapılan bir Türk’ü oynuyordum. Bulgaristan Türklerinin orada gördükleri eziyetleri dile getiren çok önemli bir piyesti. Başrol oynamıştım. Ciddi işler yapıyorduk o zamanlar, sosyal faaliyetler yapardık, bütün geceleri biz düzenlerdik. 4 kişilik bir yönetim kurulumuz vardı. Başımızda şu an Atatürk Üniversitesi’nde akademisyen olan Erol Kürkçüoğlu vardı. Erol abi çok aktif, hareketli bir insandır. Erzurum’un yüz aklarından biridir. Pek fazla görüşemiyorum ama Ermeniler konusunda ülkemizin ciddi otoritelerinden biridir. Erol abinin başkanlığında çok aktif görevler yaptım. Orada idam mahkûmunu oynamadım ama zindanlarda eziyet gören Türkleri canlandırdım. O kadar gerçekçi oynamıştım ki salonun yarısı ağlamıştı”.
“ANKARA’YA ASLINDA TİYATRO BÖLÜMÜNE GİRMEK İÇİN GELMİŞTİM”
Kırcı, tiyatro dalındaki başarılarının rüzgârıyla Ankara’ya aslında konservatuvar tiyatro bölümünün sınavlarına girmek amacıyla geldiğini anlatıyor.
Ancak gözünü öylesine korkutmuşlar ki, cesaret edip bu sınava girememiş.
Dinleyelim;

“Ankara’ya aslında konservatuvarın tiyatro bölümüne girmek için gelmiştim, amacım o idi. Ancak gözümü öylesine korkuttular ki, cesaret edemedim. Keşke girseydim, Belki de Türkiye’nin önemli aktörlerinden biri olacaktım. Yeteneğim vardı, korkuttular beni, hâlbuki öyle değilmiş. Bana 3-4 sayfa teksti kısa sürede ezberleyip sınava öyle gireceksin dediler. Öyle değilmiş. Teksti verip zaman tanıyarak hazırlandıktan sonra sınava giriyormuşsun. Gerçi, üniversitelerin tiyatro bölümleri sol gurupların, solcu hocaların elindeydi”.
“BİR ALPER AKSOY 50 TANE YAŞAR KEMAL EDER”
Haluk Kırcı, sağ kesimin sanatsal faaliyetlere önem vermediği gerçeğinin altını çizdi ve “Sağ’ın kaderidir bu” diyerek solun PİAR (Yani halkla İlişkiler, görüş ve davranışları etkileyerek, kurum kimliği üzerine bir anlayış yaratan ve algılamaya sahip çıkan bir ilişkiler silsilesi. Amacı, itibarı korumak, desteklemek, artırmak ve düşünce, davranış biçimlerine etki edebilmek) çalışmaları yaparak pireyi deve gösterdiğini söyledi.
“Biz, sanatsal faaliyetlere önem vermediğimiz ve ciddi boyutta altyapı oluşturamadığımız için hep sıkıntılar yaşadık. Halen daha yaşanıyor, sağın kaderidir bu. Sol bir de PİAR’ı düşünür, beş para etmez adamları hit yaparlar. Beş para etmez romanları, resimleri ön plana çıkarırlar. İnsanlar zanneder ki bunlar sanatçı, hâlbuki öyle bir şey yok. Sağ’ın içinden çıkmış kalemler var, mesela bir Alper Aksoy’un kaleminin roman bazında 50 tane Yaşar Kemal edeceğini bilen adamım. Ama Yaşar Kemal’in yıllardır Nobel ödülü alması için ciddi PİAR’lar ve dünya çapında pazarlaması yapılmıştır. Bunların tek özelliği, beşinci kolun Türkiye’deki adamları olmalarıdır. Başka bir özellikleri de yoktur”.
.jpg)
ERZURUM MUTAASSIPLIĞIN ÖTESİNDEYDİ VE ÇOK ÇAPLI BİR KÜLTÜRÜ YAŞATAN ŞEHİRDİ
Dedim ya, Haluk Ağabeyi, hızlı ve akıcı konuşuyor diye.
Bir çırpıda yukarıda arz etiğim sohbeti ettik.
Sözü Kadim Erzurum’a getirdim ve sordum, “Kadim Erzurum’u nasıl hatırlıyorsunuz, aklınızda kadim Erzurum’a dair ne kaldı?”.
Başladı anlatmaya, bakın onun dönemindeki Erzurum nasılmış ve neler yaşanıyormuş, hafızasında neler kalmış.
“Erzurum benim her şeyim, çok severim, o kadim şehir benim için farklı bir iklimdir. Çocukluğumun Erzurum’u çok farklıydı. En önemlisi insanlar birbirini yakinen tanırdı, kültürümüz yaşardı. O eski Erzurum’un rüzgarı, taşı toprağı hepsi özlem yaratıyor. Çünkü Erzurum hakikaten kültürüyle insanıyla, yaşantısıyla bir başka güzeldi. O Erzurum mutaassıp değildi, bunu bilmek lazım, mutaassıplığın ötesinde çok çaplı bir kültürü yaşatan bir şehirdi. Maalesef bu kültürü yıktık, mahvettik. Mesela ramazanlarımızı hatırlıyorum, insanlar şakalaşırdı, dükkânlar sahura kadar açık kalırdı. Sabah da geç açılırdı. Teravih namazları aşkla ve şevkle kılınırdı. Özellikle çocuklar teravih namazına götürülürdü, arka saflara konulurdu. Çocuklara müthiş bir müsamaha gösterilirdi”.
KOZA LEPPİK, AŞIK TALAN, KAVGALI SEKSEK, HOLLA ÇELİK OYNARDIK
Kırcı, kadim Erzurum’un çocuk oyunlarını bir çırpıda sayıyor ve bu oyunların Orta Asya kökenli ve içinde savaş taktiği barındıran oyunlar olduğunu ifade ederek sözlerini şöyle sürdürüyor.
“Mesela bizim oynadığımız çocuk oyunlarını şimdiki çocukların bildiğini ve oynadığını zannetmem. Holla çelik, kavgalı seksek, koza leppik vardı. Koza leppik hakkında bir edebiyat dergisine de yazı yazmıştım. Muhtemelen unutulmuştur. Bunların hepsi bir savaş kurgusuna bağlıdır. Aşık talan diye bir oyunumuz var mesela, talan ederiz. Birisi gelir yerdeki aşıkları alır kaçar. Bu aslında Türklerin Orta Asya’daki talanlarından gelir. Bu oyunların hepsi Orta Asya kökenlidir. Koza leppikte sürekli karşı taraftaki ebeye bir hamle vardır, o gurubun içinden arkadaşını kurtarma taktiği vardır. Yine bir savaş teknik ve taktiğidir. Kavgalı seksek mesela, bu da yine arkadaşını kurtarma, ayağını yere bastırmaya zorlama ve güce karşı bir güç uygulama kuralına, yani yine savaş tekniğine dayanır. Çocukluğumuz bu oyunlarla geçti”.
RİTÜELLERİMİZ ORTADAN KALDIRILDI, MEKANİKLEŞME BAŞLADI
Haluk Kırcı, kadim Erzurum’u anlatırken kendinden geçiyor, adeta o günlere gidiyor ve sanki çocukluğunun geçtiği Üç Kümbetler etrafında toprakların içinde koza leppik, aşık talan ve kavgalı seksek oynuyor.
Erzurum’un zamanla ritüellerini kaybederek mekanikleştiğini ifade ederek şöyle devam ediyor;
“Oruçlarımız, iftarlarımız hep bir ritüeldi. Bu ritüeller ortadan kaldırıldı, yerine bir mekanikleşme geldi. Tabi biraz da Türkiye’nin sosyal, ekonomik ve kültürel farklılaşmasının doğurduğu sebeplerin Erzurum’a yansımalarıdır bunlar. Ama bizim çocukluğumuz çok farklıydı, biz toprakla haşır haşır neşirdik. Bütün enerjimizi toprak alırdı. Şimdi betonların içinde bir Erzurum’dan bahsediyoruz. Bu Erzurum bizim bildiğimiz, hasretini duyduğumuz Erzurum değil”.
Haluk ağabeyi, çocukluk ve gençlik yıllarını anlatırken, delisinden velisine herkesi hatırlıyor. Mahallelerinin ve kent genelinin önemli simaları yanında, kent halkının yarı evliya muamelesi gösterdiği delileri de sayıyor.
Hele bir Dolma Nene var ki, ilginç tepkiler verirmiş.
“Kentimizde önemli simalar yaşardı, delilerimiz vardı mesela. İnsanımız o delileri tanırdı, onlara yarı evliya muamelesi yapardı. Mesela Eşo vardı, bir de Dolma Nenemiz vardı. Ne yaşamış bilmiyoruz, yanından geçerken ‘Dolma Nene Mahallebaşı yanir’ dediğimizde tepki verirdi. Aslında basit bir dilenciydi. Bu arada Erzurum’un asil aileleri vardı. O ailelerin yaşayışları, kültürleri ve insana yaklaşımları çok farklıydı. Sonradan görme ya da şimdinin zenginleri gibi değillerdi. Her mahallede insanların en önemli özellikleri neydi biliyor musunuz, üç aşağı beş yukarı herkesin evinde aynı şeyler vardı. İnsanlar şimdiki gibi birbiri ile yarışmazdı, bizim evde gaz ocağı varsa Erzurum’un en zengininin evinde de vardı”.
TÜM MAHALLE BİR EV GİBİYDİ
Kırcı, kadim kentini anlatmayı sürdürüyor ve çok önemli bir kültürden bahsediyor.
“Mahalle kültürü çok farklıydı. İnsanlar birbirlerinin evine destursuz girer çıkardı. Çocuklar birbirinin annesini tanırdı. Aç olsa, kapıda kalsa onun evine gider, karnını doyururdu. Aileler arasında soysal ve kültürel yarış yoktu. Herkesin evinde makat denilen oturma gurubu olur, bakır kaplarda yemek yenirdi. Elbiselerimiz dahi üç aşağı beş yukarı aynıydı. Yazın basit naylon ayakkabılar, cızlaved lastik, ya da mest lastik giyerdik. Ailelerimizin durumu iyi ise birer potin olurdu ayağımızda. Kültürümüzde kıskançlık ve haset yoktu. Bir mahalle bir ev gibiydi, bu çok önemlidir”.
.jpg)
ERZURUM’DAN KOPUĞUM AMA RUHUM HEP ORADA
Haluk Kırcı, kadim Erzurum’dan bugünkü Erzurum’a geçiş yaparak kaybolan kadim değerleri anlatıyor.
“Sonra şehirler büyüdü, göçler oldu, demografik yapılar değişti. Kültürel farklılaşmalar oldu, bunlar Erzurum’un yapısını bozdu. Dünyada gelişmenin kendi içindeki ritmik neticesidir bu. Sosyolojik bir gerçektir. Bu yapı bozulmadan önce bir zamanlar bu kentte önemli insanlar, önemli simalar vardı, bey dediğimiz insanlar. Esnafından doktoruna, memurundan işçisine kadar. Bu insanlar herkesin tanıdığı hürmet gösterdiği karakterler idi. Sayar mısın derseniz, Süreyya Narmanlıoğlu vardı, çok beyefendi adamdı, gazeteci Sayıl Narmanlıoğlu’nun babası. Naime Paşa vardı. Dayılarım Adnan Kürklü ve Kenan Kürklü vardı, Zafer Mağazası’nın sahipleri. Kaşolar vardı, teyzemin kocasıdır. Büyük bir ailedirler. Kafkas kökenli bir ailedir ama o kente 80 sene 100 sene önce gelmiştir. Hancıoğulları vardı. Müthiş bir ritmik yapı vardı ve bu yapı dişlilerin hep beraber çalışması gibi çalışırdı. Bu yapı, şehrin içinde döner dururdu. Tabi bu yapı zaman içinde kayboldu, gitti. Erzurum’dan yıllardır kopuğum ama ruhen hiç kopmadım, Cezaevlerinde Erzurum’a şiir yazmışımdır. Uzun hapishane hayatımda burnumda tütmüş bir şehirdir Erzurum."
Kırcı, kendisinden de eski bir kabadayılık kültürünü anlatıyor ki, romanlara girecek kadar
derinlikli, etik ve hayranlık uyandıran.
Aralarında husumet oluşan delikanlıların kentin meşhur Araplar Düzü’ne giderek orada bir hakem eşliğinde ama hayranlık uyandıracak kurallar eşliğinde kozlarını paylaştığını şöyle anlatıyor;
“Bizden önceki kadim Erzurum’da bir kabadayılık kültürü bilirim ki, çok önemli bir şeydir. Türkiye’nin hiçbir yerinde yoktur. Şöyle anlatırlar; şehrin kabadayıları bir mesele yüzünden hasım oldukları zaman bir hafta suda bekletilmiş değneği alır, bir hakem gözetiminde paytona binip Araplar Düzü’ne çıkarlarmış. Hakem önce kimin vuracağını belirlemek amacıyla kura çekermiş. Öyle pata küte kavga yok. Biri diğerine kafa haricinde bir tane vururmuş, sopayı hasmına verir, bu kez o vururmuş. Yere ilk düşen hangisi olursa hasmı onu alır paytona bindirir, götürür tedavisini yaptırır evine götürürmüş. Hasmı iyileşinceye kadar da evinin tüm ihtiyaçlarını karşılarmış. Böyle bir kültürden geliyoruz. Şimdi birbirine hakaret eden aşağılayan, bıçak çeken, uyuşturucu kullanan bir sokak kültüründen bahsediliyor Erzurum’da. Geri dönüp Erzurum’un bu delikanlılık kültürüne bakmak lazım, dünü ve bugünü daha iyi anlayabilmek için”.
PALANDÖKEN ETEKLERİNDE ÇITALI UÇURTMA UÇURMUŞUM
Haluk ağabeyiye, ‘Erzurum’da kadim bir tur at desem nereleri dolaşırsınız?’ diye bir soru yöneltiyorum. Tohum Islah’tan Türbe’ye, Boğaz’dan Serçeme Deresine kadar birçok yeri dolaştı.
“Erzurum’un bütün mahallelerini ve sokaklarını bilirim. İlk aklıma gelen Narmanlı Mahallesi, Tosya, Veyisfendi, Tebrizkapı, Taşmağazalar, Habipbaba, Gürcükapı, Erzincankapı. Erzurum ne idi ki, belli sınırlar içinde kalmıştı. Bilindiği gibi eski Erzurum, çevresi surlarla kaplı sınırlı bir alan. Bugünkü kale iç kale, esas kale dışarda kalmış. Bir ucu İstanbulkapı’da, bir ucu Yenikapı’da Bir ucu Erzincankapı’da, diğer ucu da Kilisekapı ile Gürcükapı’da olan bir şehir gelir akla. Surların zamanla yıkılmasından sonra dışa doğru taşmış, şimdilerde ise bir ucu Ilıca’ya dayanmış, bir ucu Palandöken’in eteklerine ve Çatyolu’na. Tarım arazilerinin de içine girdik. Biraz daha yüksek rakıma çıktık. Boğaz bizim çocukluğumuzda mesire yeriydi. Paytonla ya da ata arabalarıyla gidilir, ağaçlar altına sergiler serilir, semaverler yakılırdı. Orada az çıtalı uçurtma uçurmamışımdır. Buz gibi sular akardı, dağa tırmanır, çiçek toplar, toplaşır yemekler yerdik. Analarımız yün götürür, orada yıkar, getirip mahallede yerlere sergiler sererek kurutur, sonra o yünler dövülür, çırpılır ve yataklara doldurulurdu. Benim çocukluğum böyle geçti, tatlı bir âlemdi, farklı bir iklimdi. Akşam sözleşilen saatte paytonlar gelir, halılar sergiler semaverler toplanır geri dönülürdü”.
OKULU KIRDIĞIMDA TOHUM ISLAH’A GİDERDİM
Haluk Kırcı, kadim Erzurum turu atmaya devam ediyor.
Bu kez okulu her kırdığında gittiği ve karnını doyurma olanağı bulduğu, şimdilerde işlevselliğini kaybetmiş ve ancak kadim dadaşların bilebileceği Tohum Islah mesire alanında anılarını tazeliyor;
“Erzurum’un en önemli mesire yerlerinden biri de fuar alanı yanındaki tohum ıslah idi. Biz Erzurum ağzıyla tomislah derdik. Okuldan kaçtığımızda oraya giderdik. Kadınlar sürekli orada olduğu için ‘Eze acıh, birez ekmek verirsen’ der yiyecek isterdik, peynir ekmek, su böreği, dolma ne varsa verirlerdi. Gazeteci Sayıl Narmanlıoğlu ve Eşrefoğlu benim okul arkadaşlarımdır, okulu kırdığımızda mutlaka Tohum Islah’a gider, karnımızı doyururduk. Önemli mesire yerlerinden biri Serçeme deresi, bir diğeri de Hasankale. Orada çadırlar kurulurdu, belediyenin evleri vardı, insanlar oraları kiralar, yaz boyunca kalırlardı. 500-600 çadır olurdu orada. Son Erzurum ziyaretimde sordum, ‘tek tük çadır kuruluyor, ama eski canlılığı yok’ dediler. Eskiden vasıta sorunu vardı, Erzurum’dan Bodrum’a gitmek hayaldi, kimse Bodrum’un yerini dahi bilmezdi. Günümüzde adam internetten tatil yerini seçiyor yerini ayırtıyor ve Erzurum’dan arabasına inerek Bodrum’da tatilini yapıyor. Ancak Bodrum’un bizim Hasankale’nin vereceği zevki vereceğini hiç zannetmiyorum. Orada çermiklere girilirdi. Hasankale’nin çocukları köprüden öteye geçmemize izin vermezlerdi, onlarla dövüşürdük. Köprüyü o tarafa geçtiğimizde bize saldırırlardı. Biz de onlara. Heyecanlı bir Erzurum tatilinden bahsediyorum yani. Diğer yandan Türbeye gidilirdi, o kadar çok çadır kurulurdu ki, Erzurum’dan baktığında türbe bembeyaz görünürdü. Ta dağın eteklerine kadar”.
BOZKURT KÜLTÜRÜNDEN GELİYORUZ
Haluk ağabeyi, yaşamını özetlerken, Türk tarihinden, Türk töre ve kültüründen örnekler vererek konuşuyor.
Erzurum’da bu kadar çok mesire alanı olması ve mesire kültürünün yaşamasının Türk’ün Bozkurt kültüründen geldiğini ifade ediyor;
“Çünkü biz bozkurt ve yayla kültüründen geliyoruz. Türk milleti Anadolu’ya gelirken yaylaları aşarak geldi, zaten yaylalarda platolarda yaşıyordu. Kökenimiz oradan geliyor, biz deniz çocuğu değiliz. Bizde denizcilik gelişmez, biz yaylaların çocuğuyuz. O yayla kültürü aynen Erzurum’da yaşar. Erzurum’da türbede yüzlerce hayvan sürüsü vardı, sütler sağılır, yoğurtlar yapılırdı. Şimdi bunların hiçbiri kalmadı maalesef”.
Kadim Erzurum’un en önemli kültürlerinden biri de paytonlar.
Çocukluğunda payton arkasından asılmayan, paytoncudan bir araba laf işitmeyen ve kamçı yemeyen yoktur sanıyorum.
Haluk ağabeyi de onlardan.
“Çocukluğumuzun en önemli kültürlerinden biri de at arabası ve payton kültürüydü. Yaz – kış 3-5 liraya şehrin her yerine paytonlarla giderdiniz. Bizim de en büyük zevkimiz paytonun arkasına asılmaktı. İyi saklanamaz, kamufle olmazsak paytoncu aynadan bizi görür, arkaya kamçı atardı, kimi isabet eder, kimi de boşa giderdi. Dedim ya, kendini iyi saklarsan kamçı yemez, bedava tur atardın. İnsanlar da, düşer sakatlanırız diye sürücüyü uyarmak amacıyla ‘amca arkaya kamçı’ diye bağırırdı”.
ÇARŞIAĞASI KIZAĞIMI PARÇALAYIP YAKINCA OTURDUM AĞLADIM
Kırcı, bir kadim kültürü daha sohbetimize katıyor.
Erzurum sokaklarında kalan gençliğini anlatırken su borusundan altlık yapıp, almacasına yarıştığı kızağını anlatınca sordum, ‘Erzurum’un meşhur Esatpaşa yokuşundan kaydınız mı hiç?’
“Kızak kaymak şehrimin en önemli kültürüydü o zamanlar. Sadece Esatpaşa yokuşu değil, şehrin her yerinde kızak kayardık. Esatpaşa yokuşuna gerek yoktu aslında. Mahallemiz dikti zaten. Narmanlı mahallesinde Naime Paşa’nın evinden kızağı yere koyduk mu, yerde iyi kar ve buz varsa Dabakhane Çeşmesi’ne kadar inerdik. Almacasına kızak yarışı yapardık. Kim kimi geçerse öbürü kızağını verirdi. Osmanlı’dan kalan çok önemli bir kültür olan bugünkü zabıta, o dönemin tabiriyle çarşı ağaları -ki, çarşıdaki düzeni sağlayan kolluk kuvvetidir - kızaklarımızı alır kırarlardı. Benim bir kızağım vardı, kulakları çınlasın Süreyya ağabeyim altlıklarını su borusundan yapmıştı. Altı geniş ve altlık boruları yuvarlak olduğu için buzu iyi tutardı, çok iyi kayardı. Onu bir gün çarşı ağası elimden aldı, yalvardım yakardım, vermedi, Tebrizkapı’daki Çarşı ağası merkezinde kırdı ve sobada yaktı. O sırada camdan bakıyordum gürül gürül yanan sobaya kızağımı attığında oturup hüngür hüngür ağlamıştım. Eskiden sandalyelerin üzerinde dokuma halılar olurdu. Üzerine de o sandalye halısından çakmıştım. Halı da sobada yandı gitti. Erzurum farklı bir güzellikti”.
.jpg)
TOPRAK DAMLARDA ELFENE YAPARDIK
Haluk ağabeyiye, “Özlüyor musunuz o yılları?” diye sordum.
Adeta Türkü tadında yâd ediyor o yılları.
Hele bir Elefene kültürünü anlatıyor ki, yakın arkadaşlarla toprak damlarda sümbül ve papatyalar eşliğinde yapılan.
“Bütün insanlarda vardır çocukluğuna yönelik özlem. Dünyanın neresine gidersen git, en güzel yerlerde, en güzel şeyleri yaşa, o çocukluğunda aldığın Erzurum kültürü, topraktan aldığın o kokuyu hiçbir yerden alamazsın. Erzurum kültürünün en önemli şeylerinden biri de elepene ya da elefene’dir”.
“Nedir elepene?” diye sormadan duramıyorum.
“İnsanlar bir araya gelirler, evlerinden bir şeyler getirirler, oturur yersiniz. Buna yöremizde herfene de denir aslında ama biz elepene ya da elfene derdik. Elele vermekten gelir. Çocukluğumda toprak damların üzerinde baharda çiçekler açardı, özellikle de sümbül ve papatyalar. Çünkü toprak damlarımıza serilen o toprak, dağdan at arabalarıyla getirilir ve evlerin damlarına serilirdi. İçindeki o tohumlar baharda yeşerir ve açardı. Arkadaşlarla bir sergi serer, o damda çiçekler içinde elfene yapardık. Elfene kültürü o kadim şehrin çok güzel kültürlerinden biridir”.
MAHALLE KAVGASINDA KIZILCIK SOPASI AĞZIMA GİRDİ, ORTA DİŞİM KIRILDI
Haluk ağabeyi, meşhur mahalle kavgalarını da anlattı.
Leblebici yokuşunda meydana gelen bir mahalle kavgasında rakibin attığı bir kızılcık sopasının nasıl ağzına girdiğini ve orta dişinin nasıl kırıldığını anlatırken kahkahalar atıyoruz;
“Mahalle kavgalarımız meşhurdu. Daha çok Tosya, bizim Tepebaşı dediğimiz bölge ile leblebici yokuşunun çocuklarıyla kavga halindeydik. Taşlar atılır kapılar yarılırdı. Mahalle kavgasında kafası yarılmayan adam, adamdan sayılmazdı. Kafanızda mahalle kavgasının nişanesi olan bir yarık bir iz olacak yani. (Gülüşüyoruz). Hiç unutmuyorum, Leblebici yokuşunun haşarılarından bir çocuk bir kızılcık sopası attı bana, sopa ağzıma girdi. Mahalle kavgasının nişanesi olmayana adam denmezdi dedik ya, o sopa orta dişimi kırdı, yıllarca o dişim olmadan dolaştım. Dedim ya, mahalle kavgasından hatıra kalan nişanem de vardır yani. (Ciritçi miydi acaba? Diyorum kahkahalar atarak yanıtlıyor) Vallahi bilmiyorum, o sopa bir dişimi aldı götürdü. Mahalle kavgaları da ettik ama o kadim şehrin dostlukları unutulmaz. İnsanların bağlılığı, alış verişleri çok güzeldi. Bir bölüşme kültürü vardı. İşte elepene budur. O bölüşme kültürünün getirdiği müthiş bir lezzet vardı. İnsanların dayanışma ve güven duygusu vardı. Şu anda şehirlerde güven duygusu yok”.
YEDDİ YAŞINDA, GARA KAFA BİR UŞAH KAYBOLMUŞTUR
Haluk ağabeyi, dağarcığında ne varsa boşaltıyor.
Bugün Erzurum’da yeni ve orta jenerasyonun asla bilemeyeceği ve duymadığı bir kültürü daha aktarıyor.
O dönem kaybolan çocukların bulunması amacıyla görevli tellalların mahalleleri dolaşarak bağırdığını tanık olanlardan.
“Tellal bağırırdı. ‘Ey ahali duyduk duymadık demeyin, üstünde kırmızı kazak, ayağında kara lastik olan, yeddi (Yedi) yaşlarında kara kafa bir uşah kaybolmuştur. Bulanların karakola Allah rozası için bildirmesi’ diye. Cenazelerimiz de ayrı bir kültürdü. Salayı duyan koşardı, kimdir nedir diye. Bunlar kalmadı maalesef”.
Haluk ağabeyi, kaybolan bu kültürü yorumluyor, çok da güzel örnekleme yaparak.
“Eskiden büyük küçük vardı, saygı ve sevgi vardı. Gençliğimizin ilk yıllarında sigara içmeye heves ederdik ama o sigarayı içmek için çektiğimiz ıstırabı bir Allah bilir bir de biz. En kuytu köşeye giderdik. Öyle elimizde gezmek, caddede dolaşmak yok. Büyüklerin kahvesine girmezdik. Bu kültür ruhumuzu sardı sarmaladı. Daha sonra orta yaş guruplarının içine girdiğimizde fark edildik, bu çok önemli. Erzurum’un kültüründen kaynaklanmış, bizi biz yapmıştır. Bunu söylemek lazım, dadaşlık farklı bir olaydır. Bu kültürü şimdiki nesle anlatamazsın. Kendi çocuklarıma anlatamıyorum. Çünkü yok olan bir kültürü anlatamazsınız”.
.jpg)
ERZURUM’UN DURUMU İÇLER ACISI
Kırcı, 15-20 gün önce Erzurum’a gittiğini, gençleri yakinen izlediğini, Müceldili Konağı ya da kafelerde oturan, çay kahve içen ve düşünmeden, araştırmadan, okumadan boş boş oturarak ellerinde cep telefonlarıyla birbirine mesaj atan bir nesil gördüğünü ve çok üzüldüğünü belirtti.
“Erzurum’un durumu içler acısı. Erzurum’a şöyle bir baktım, atom bombası yemiş gibi. Ben sohbetin başından beri size kadim Erzurum’u anlatıyorum. Yenişehir, Dadaşkent bana bir şey ifade etmiyor. Benim hafızamdaki Erzurum, her sokağında ayak izlerimin, hatıralarımın olduğu eski şehirdir. Eski şehir bir cazibe merkezi haline getirilmesi gerekirken, bugün maalesef konakları yıkılmış, perişan edilmiş, eski mahalle kültürü ortadan kaldırılmış bir şehir görüyorsunuz orada. Ben öyle gördüm. Bir eski Erzurum evi, yanında onlarca apartman, yanında çarpık bir yapılaşma, daracık sokaklar, sokaklar berbat halde. Bu belediyeler ne yapar ne eder bilmiyorum. Erzurum’un elden geçirilmesi, içeride dışarıda, kim olursa olsun Erzurumlunun Erzurum’a sahip çıkması lazım. Erzurum’u bütün kültürüyle bir arada barındıracak ve kaleden baktığında işte bu benim özlediğim Erzurum bu diyebileceğimiz bir Erzurum yaratmamız lazım. Bu Erzurum’u yaratacak olan da Erzurumludur. Dışardan kimse bize yardım etmez, hiç kimse de bizim yaramıza ağlamaz. Cumhuriyet Caddesi’nden Havuzbaşı’na doğru baktım, bir tabela kirliliği var ki sormayın gitsin. Müthiş bir estetik yoksunluğu var. Binalarını boyamaktan aciz bir belediye var ortada. Belediyenin görevi, iki kaldırım, üç tane yanlış alt geçit midir? İnsanlarımızı kandırıyorlar, yazık bu insanlara”.
BÜYÜKŞEHİR BELEDİYE BAŞKANLIĞINA ADAYIM
Haluk Kırcı, çizdiği bu kötü Erzurum profilinin ardından yine ilk kez bana bir kararını açıklıyor. Büyükşehir belediye başkanlığına aday.
“Şöyle bir kararım var, bilmiyorum Allah nasip eder mi etmez mi ama Kadim Teyp aracılığı ile Erzurum Büyükşehir Belediye Başkanlığı’na aday olduğumu söylüyorum. Bunu sadece Erzurum’u sevdiğim için söylüyor ve açıklıyorum. Yaşım 60’a geldi, bu saatten sonra makam mevki peşinde değilim. Bir sonraki seçimde adayım. Erzurum’u seviyorum, Erzurum’un ayağa kalkması, kirlilikten kurtulup bir cazibe merkezi haline gelmesi lazım. Caddelerimiz, kötü, evlerimiz kapkaranlık. Doğalgazdan önceki islerimiz hala duruyor. Şehrimiz, yakılmış, yıkılmış, savaştan çıkmış gibi duruyor. Kadim Erzurum’un daracık sokakları üzerine hiçbir planlama yapmadan, aynı adaya, aynı parsele binalar kurdular. Bahçeli, içinde çocukların oynadığı evleri yıkıp yan yana, dip dibe apartmanlar yaptılar. O kente sahip çıkabilseydim, eski Erzurum’dan bir taş söktürmezdim”.
Haluk Ağabeyi, kadim Erzurum binalarından bir taş dahi söktürmezdim derken, firari iken yaşadığı çok önemli bir hatıratını naklederek Avrupalının kentlerini nasıl koruduğunu anlatıyor;
“Bakın bir olay anlatayım size, çok önemlidir. Firarım, Fransa’da kalıyorum. Fransa’da 3. Paris dedikleri, kentin en dışında, varoş sayılabilecek, otobanın yanında bir binada kalıyorum. Bina eski bir Fransız binası, eskiden otelmiş, adam odaları bölmüş, küçük küçük daireler haline getirmiş. O küçücük dairelerin birinde de ben kalıyorum. Canım sıkılıyor tabii ki. Orada arkadaşlarımızın yeğenleri var, çocuklar orada üniversite okuyorlar. O zaman Star TV yayın yapmaya başlamıştı, dedim ki şuraya bir çanak anten alalım, Türkiye’de ne oluyor ne bitiyor bilmiyorum, bari haberlere bakayım. Çocuklar bir Fransız teknisyen buldular, geldi, caddeye bakan tarafa, pencerenin pervazına 4 tane vida ile çanağı kurdu. Başladım ülkemi seyretmeye. Bakın dikkat edin, daha 24 saat geçmeden, ertesi gün kapı çalındı, açtım bir adam, Fransızca bir şey söyledi, anlamadım, gittim çocukları aradım verdim telefonu eline. Çocuklar konuştular, ne diyor dedim, çocuk dedi ki, çanak anteni derhal sökün diyor. Paris’te bu tür kadim binalara bir tane çivi çakmak yasak. Eğer çanak anten kuracaksanız çatıya kurabilirsiniz, o da binada oturanların ortak kararı ile olabilir. Cezası da bilmem kaç bin Frank. Derhal sökün, sökmezseniz ceza gelecek. Hemen söktük. Adamlar şehirlerini böyle korumuşlar. Paris dediğin 400 senelik bir şehir. Endülüs Müslümanları Pirene’lerden Fransa’ya indiklerinde Paris dediğin yer bir düzlük, adamlar dönüp bakmamışlar bile. Dediğim gibi adamlar şehirlerini korumuşlar, Paris’te en eski bina 400 senelik ama 60 milyon turist geliyor o kente. Bir tane çivi çaktırmıyorlar. Biz kadim şehirlerimizi koruyamadık, kadim kültüre sahip çıkamadık. Elimizde kalanı dahi koruyamıyoruz. Erzurum 1500 senelik bir şehir. O yüzden kadim şehir. 1500 senedir yerleşik bir Türk milletinin yarattığı kültürden bahsediyoruz. Biz bu şehri korumak bir yana yağmalıyoruz”.
.jpg)
ERZURUM BELDİYESİ NE İŞ YAPAR?
Kırcı, kadim kentinin son halini gördüğünde oldukça sinirlenmiş, adeta verdi veriştirdi.
“Farkında değiliz, şehrimiz batıyor, aslında şehrimize iki tane ciddi yatırım yapılmıştır. Biri üniversitedir, Adnan Menderes yapmıştır. Diğerini de bu hükümet yaptı, yine de teşekkür etmek lazım, turizm yatırımlarıdır. Turizm yatırımlarını da kullanamadık. Yenişehir’de birinin yapayım erken sorun çıkınca bırakıp gittiği binaları gördüm, yazık günah, ne olacağı belli değil, inanılmaz bir kirlilik. Şehre havadan, karadan nereden bakarsan bak, atom bombası yemiş gibi görünüyor. Bat pazarını gördüm, sinirlendim, o kötü binaları kaldırmak yerine makyajlama yoluna gitmişler. Bakın Kayseri belediyesi ana arterlerdeki binaların dış giydirmesini bedava yapıyor. Yahu şunu dahi yapamıyor muyuz? Koskoca belediye, milyonlarca dolar geliyor bütçeye, dört tane itfaiye aracı boş yatıyor, sadece ana arterlerde dahi olsa bu araçlarla binaların dış cephesini boyayamıyor muyuz? Bu kadar zavallı mıyız? Bu paralar, Erzurum’u kalkındırmak ve güzelleştirmek için neden kullanılmaz? Bizim şehir kültürümüz farklıdır. Avrupa’ya özenelim demiyorum ama koruyalım ve güzelleştirelim. Eski, yıkılması gereken binalar vardı, onları yık ama yerine yol aç, park yap. Kentin iklimine uygun insanların oturabileceği yerler yap. Bunlar zor şeyler değil. Belediyenin bir estetik uzmanı, şehir planlamacısı yok mu? Ben orada belediye başkanı olsam, ilk icraatım şu olur. Bir tane gençlerden bir tane de yaşlılardan oluşacak iki konsey oluştururum, toplam 40’ar kişi. Maaş almalarına da gerek yok, gönüllülük hareketi olur bu yapılanma. Yapacağım her projeyi bunlara sorarım, ne dersiniz diye”
BAŞKAN EMRETTİ KARDELEN TV BANA OYUN OYNADI
Haluk Kırcı, Erzurum belediyesini topa tutarken, özellikle yazmamı istediği bir olaydan bahsetti. Erzurum’un yerel kanallarından Kardelen TV’den davet aldığını, kalkıp Erzurum’a gittiğini ancak mevcut belediye başkanının yayını engellediğini şöyle anlattı;
“Kardelen TV beni aradı bir canlı yayın yapalım, Haluk Kırcı kimdir tanıtalım dedi. Tamam dedik, gelelim yapalım. Kalktık gittik, orada Burak Codur diye gazeteci bir kardeşimiz var. O dedi ki, pazartesi günü haberlerin ardından canlı yayını yapacağız. Ben de kalktım Erzurum’a gittim. Bir günde ne olduysa, birdenbire canlı yayın sistemleri bozuldu. Canlı yayını buradan yapamıyoruz, İstanbul’dan yapıyoruz dediler. E beni İstanbul’dan buraya daha ne diye çağırdınız, oradan yapsaydınız. Bu bahane niye, sayın belediye başkanımızın emriyle – ben öyle inanıyorum – canlı yayına beni almadılar. Kardelen TV sahibinin kendisinin getirdiği biri olduğunu biliyorum. Altyazıyı görünce, canlı yayını engellediler. Orada söyleyeceğim çok şey vardı, az önce anlattığım gibi. Bu da işlerine gelmedi”.
Kırcı, belediye başkanı olması durumunda Erzurum halkına tek bir taahhüdü olacağını şu sözlerle anlattı;
“Bir kuruş yersem de, bir kuruş yedirirsem de yedi ceddime küfür etsinler. Sloganım budur. Van düştü, Diyarbakır düştü, Erzurum düşmeyecek. Erzurum’un hem demografik yapısını hem de kültürel yapısını değiştiriyorlar. Çünkü Ermenilerin kadim diyerek göz diktiği şehirdir Erzurum. Erzurum gerçekten bir kilittir. Erzurum düşerse Türkiye düşer, bunu herkes böyle bilsin. Ben Erzurum dışında yaşayanlara diyorum ki, Erzurum’a sahip çıkacaksanız bugün çıkacaksınız. Yarın babalarınızın mezarına pasaportla gider ancak ziyaret edersiniz. Bu işe başımızı koyacağız. Savaşacağız ama Erzurum’a sahip çıkmak için savaşacağız. O yürek de bizde var.
MHP’NİN HARİCİNDE DE BUGÜNKÜ YAPISINDA DA SİYASET YAPMAM
Haluk ağabeyiye belediye başkanlığı adaylığını bağımsız mı, MHP’den mi koymayı düşündüğünü sordum.
Aslında beklediğim yanıtı da aldım.
Çünkü ilk sözü “MHP’nin dışında siyaset yapmam” oldu.
“Ama MHP’nin bugünkü yapısında siyaset yapmam. Ülkücü hareketin yüzde 70’nin değişim istediği bir harekette, eğer gerçekten bir değişim olursa, bu değişimin içinde olur, gider öz fikirlerimi anlatır, dilekçemi veririm o genel başkana. O genel başkanın göstereceği talimat doğrultusunda gider Erzurum Büyükşehir belediye başkanlığına aday olurum. Ben sadece niyetimi açıkladım”.
BAHÇELİ GENEL BAŞKAN OLDU AMA LİDER OLAMADI
Haluk Kırcı’ya, “Peki mevcut adaylar içinde gönlünüzden kim geçiyor?” diye bir soru yönelttim.
“Ben sadece şunu söylüyorum. Bütün arkadaşlarıma da aynı şeyi söylüyorum. Sayın Devlet Bahçeli ülkücü hareketin genel başkanı olabilmiştir ama lideri olamamıştır. Ülkücü hareket lider eksenlidir. 35-40 yıldır ülkücü hareketin içinde olan bir adamım. Ağır bedeller de ödedim, hepsi helal olsun. Ama bildiğim tek şey var, o da şudur, ülkücü hareket lider eksenlidir, kasaba ve köy hareketidir. Aynı zamanda da erkek hareketidir. Öte yandan da bir gerçek vardır ki, bugünkü mevcut adaylar içerisinde erkek gibi, aslan gibi durabilecek bir kadın adayımız var. Sayın Meral Akşener’in bu işi yapabileceğine, lider olabileceğine inanıyorum. Ben genel başkan aramıyorum, zaten var”.
.jpg)
BAHÇELİ HİZMET EDEMİYOR
Kırcı, Bahçeli’ye, mevcut MHP kadrolarına ve icraatlarına çok ciddi eleştiriler yaptı ve “Bugünkü ülkücü hareket kokmuştur” diyerek çok tartışılacak ve yankı yapacak açıklamalarına şöyle devam etti;
“Sayın Devlet Bahçeli partinin başındadır, genel başkandır, genel başkan olarak da görev yapmaktadır. Ama ülkücü hareketin sosyolojik ve psikolojik temellerine ciddi boyutta hizmet edememektedir. Ülkücü hareketin kendi iç dinamikleri içerisinde ciddi bir lidere ihtiyacı vardı. O liderin de bu kanaldan gelebileceğine inanıyorum. İnşallah hayırlısı olur. Burada çok farklı bir yapı var. Ülkücü hareketin en kötü sonu statikleşmesidir. Ülkücü hareket aksiyonel bir harekettir. Sosyolojik temelleri aksiyon üzerine kuruludur. Aksiyonel hareketler her zaman kendi iç dinamikleri açısından dışa yöneliktir. Ülkücü hareket maalesef bugün içine yönlendirilmiştir. Unutmayalım ki suyu dahi bir kabın içerisine koysak bekletsek kokar. Ülkücü hareket bugün koktuğu için de çok üzülerek söylüyorum şu günlerde güneydoğuda her gün yedi şehit verdiğimiz bir Türkiye’de ülkücü hareketin tartıştığı ve konuştuğu mevzulara bakın içler acısıdır. Hem sosyolojik olarak hem psikolojik olarak Türkiye’nin sahibi olan, en önemli noktada durması, en fazla tepkiyi göstermesi gereken, en fazla bu işe sahip çıkması gereken ülkücü hareket, bugün o mu olsun, bu mu olsun, o mu gelsin bu mu gitsin kavgasının içindedir. Ben bunun bir plan dairesi içerisinde birileri tarafından çok iyi dizayn edildiğine inanıyorum. Ülkücü hareket bu zilletten, bu içe kapanıklıktan, bu zavallı halden bir an önce kurtulup, yeniden aksiyon kazanmalı ve Türkiye’nin tüm meselelerine ciddi boyutta sahip çıkmalıdır. Siyaset yapmak tatlıdır, ülkeye sahip çıkmak farklıdır. Siyaseti herhangi bir partide gider bir şekilde yaparsınız. Ama bu hareket büyük hayallerin peşinde koşması gereken bir harekettir. Ve bunun içinde hazır kadroları vardır. Kim ne derse desin, sadece 1975- 1980 arasında Türkiye’deki üniversitelerde okuyan binlerce arkadaşımız kariyer sahibidir, iyi yetişmiştir, bürokraside, eğitimde kültürde çok önemli yerlere gelmiştir. Her alanda başarılı, yetişmiş kadrolarımız vardı. Ama parti bu işin dizaynını, lokomotifini yapacaktır. Ancak bu yapı kendi ritmik yapısı içinde dönemediği için de bu insanlarımız dışarda kalmıştır. Ülkücü kadrolar bu patinin içinde sadece siyaset yapsalar bugün Türkiye çok farklı bir yerde olurdu”.
Haluk Kırcı’nın 12 kitabı var.
Bazıları cezaevinde yaşadıklarından esinlenerek kaleme almış.
İdamı onaylandığında, asılacağına öylesine inanmış ki, kendi ifadesiyle fikirlerini arkada bıraktığı arkadaşlarına ve gençlere bırakmak amacıyla o kitabı yazmış.
“İlk kitabım cezaevlerinde yaşadıklarımdan esinlenerek kaleme aldığım denemelerimdir. Birkaç şiir de koymuştum. ‘Genç Arkadaş’ adında bir kitap idi. O zaman idamım onaylanmıştı, nasılsa asılacağım, arkamızdan gelenler düşüncelerim nedir onu bilsinler diyedir. Siyasidir, gençliğe hitap eden bir kitaptır. Daha sonra cezaevinden çıktım, firarken üzerime çok gelindi. Özellikle Susurluk hadisesinden sonra ülkemde bilen bilmeyen birçok çevre saldırmaya başlayınca bazı şeyleri izah etmek anlatabilmek babından Zamanı Süzerken diye bir kitap yazdım. Orada biraz gençlik yıllarım, biraz da Abdullah Çatlı vardır. Çatlı’yı anlatmak istedim. Ondan sonra yeniden cezaevleri, yeni kumpaslar, yeni hadiseler. 1999’da yine bir operasyonla alındım. Ardından birkaç roman ve hatıratım yayınlandı”.
.jpg)
HEMŞİN KÜLTÜRÜ
Haluk ağabeyiye, Erzurum ülkücülerinin toplaşma, fikirleşme, sol ve sağ fikir adamlarının bir araya gelerek okkalı tartışmalar yapabildiği Hemşin Pastanesi’ni sordum elbet.
Ancak o ille de ülkü ocakları diyor, başka bir şey demiyor.
Ülkücü felsefeyi öğrendiği ve yetiştiği ocağı ön plana koyuyor.
“Benim için gençlik yıllarımın en önemli adımları orada, yani Erzurum Ülkü Ocak’larında atılmıştır. Çünkü siyasi yaşamıma küçük yaşlarda orada başladım. Ocaktan içeri girdiğimde 1974 yılıydı ve ben 16 yaşındaydım. Kişiliğimin oluşmasında iki unsur vardır. Biri Erzurum kültürüdür, diğeri ocağın teşkilat ahlakı ve terbiyesidir. Bizim zamanımızda ocak çok farklıydı. Üniversite hocalarının eğitim verdiği, satrançtan başka oyunun oynanmadığı – ben de satrancı orada öğrenmişimdir – insanların siyasi tartışmayı kitaplar üzerinden yaptığı yerdi. İnsanlar birbirine falan kitabı okudun mu, özetini çıkardın mı, filan dergideki şu yazıyı okudun mu diye sorardı. Böyle bir eğitim sürecinden bahsediyorum”.
Araya girip soruyorum, “Bugünkü ocak kültürü ve eğitimine bir gönderme mi yapıyorsunuz?” diye.
“Bugünkü ocaklıların yüzlerine de söylüyorum, okumayan, araştırmayan düşünmeyen bir ülkü ocakları ve olayların içinde değil, olayları yönlendiren, olayların varlığını oluşturan değil, olayların önünden yürüyen ve olayların bir ötesine geçmesi gereken bir ülkü ocakları bugünkü yapıda yok. Niye yok? Çünkü sosyal, siyasi ve ekonomik yapılar ve gelişmeler insanları farklı yerlere sürükledi. Bunların bir kısmını normal, bir kısmını da anormal görüyorum. O farklı bir konu. Ama hadisenin özünde şu vardır, bizim gençliğimizde Erzurum’da gittiğimiz ocağın sosyal, kültürel ve eğitim yapısı çok farklıydı. Biz o yapının içinde yetiştik. Saygı, sevgi ve fedakârlıkla bezenen ve eğitim alan insanlarının zihinlerinin açıldığı bir yerdi orası”.
Haluk ağabeyi, ülkü ocaklarının dışında Erzurum’da ülkücü camianın toplandığı mahfillerden de bahsetti.
Bu mahfillerde kültürel alışveriş ve bilgi değişiminin yapıldığını ifade ederek şunları söyledi;
“Ocakta eğitim alırken bir de o kadim şehrin mahfilleri vardı. Bu mahfiller çok önemliydi. Bu mahfiller, bizden büyük insanların, ağabeylerimizin bir araya gelerek sohbetler kurduğu yerlerdi. O sohbetlerin ocağa ve şehre yansımaları olurdu. Bu mahfiller; bazen Tebrizkapı’da bir çay ocağı idi, bazen de meşhur Hemşin Pastanesi idi. Yaz mevsiminde ise, Cumhuriyet Caddesi idi. Bakın burası çok önemli. O günkü Cumhuriyet Caddesi, bugün nereye gittiği belli olmayan insanların koşuşturduğu bir yer değildi. Bizden büyüklerin, ya da üniversite talebelerinin kol kola girdiği, yolda muhabbet ederek Çifte Minareler’den Havuzbaşı’na kadar gidip geri döndüğü ve kültürel alışverişin, bir bilgi değişiminin yapıldı yerdi. En önemli mahfillerden biri olan Hemşin Pastanesi o zaman Cumhuriyet Caddesi’nde idi. Cadde ve pastane hep hareketli olurdu. Hemşin’de dibe doğru iki masa kurulurdu, o masada Yılma Durak’lar, Ali Karaavcı’lar, Muammer Cındıllı’lar, Heyro babalar, Cazim Gürbüz’ler otururdu. Bu insanlar orada kültürel alıverişler yapar, muhabbet ederdi. Ülkenin siyasi ve ekonomik meseleleri enine boyuna konuşulur, yorumlanırdır. Sofralar kurulurdu, biz o sofralardan pek fazla nasiplenemezdik, çünkü onlar bizden büyüktü, onlara yaklaşmak bizim haddimize değildi. Ama bir kültür yuvası olduğunu bilirdik, oranın kültür yansımaları ocakta bize dönerdi. Ama biz onların içine pek fazla giremezdik”.
.jpg)
YENİ KİTABI YOLDA
Kırcı’nın 13. Kitabı da yolda.
Yazımını tamamlamış ve yayına hazıra hale getrmiş.
Bu kitabın içeriği de cezaevinde Kur’an ayetleri üzerine yaptığı çalışmalardan elde ettiği bilgilerle yazdığı ve belli ayetlerini daha iyi anlamak üzerine bir çalışma.
“Son olarak yine bir tezgâhla adılar beni, 4 sene daha yattım 2011’den 2015’e kadar. Bu süreçte Kur’an ayetleri üzerine bir çalışmam oldu. Ülkemde yayımlanan tüm tefsirleri taradım ve haddimi aşmamak kaydıyla bir kitap hazırladım. Yayına hazır, inşallah onu da yayınlayacağım. Kur’an’ı daha iyi anlamak adına, belli Kur’an ayetleri ölçeğinde yazılan bir kitaptır”.
Kitabın adını da buradan ilk ben duyurayım: “Eşikte (Kur’an Ayetlerini Anlamak)”.
Söyleşimizin ikinci bölümünde Haluk Kırcı’nın 27 yıl hapis yatmasına neden olan bazı olaylarla ilgili konuştuk. ASALA operasyonlarından derin devlete, Abdullah Çatlı’dan, şaibeli bir helikopter kazasında yaşamını yitiren Muhsin Yazıcıoğlu’na kadar.
ÇATLI ASALA OPERASYONLARINI BAŞBUĞU VE BİZİ KURTARMAK İÇİN KABUL ETTİ
Haluk Kırcı’ya ASALA operasyonlarını bazı kesimlerin küçümseyerek, ‘trende birkaç kişi öldürmek dışında bir şey yok ortada’ dediğini hatırlatıyor ve detaylarını soruyorum.
Fikrin askeri yönetimden, planlamanın da istihbarattan geldiğini ifade ederek şunları söyledi;
“Maalesef bizim devletimiz bazı şeyleri eline yüzüne bulaştırmayı çok sever. Devletin bazı şeyleri yapılır, olur biter, kimse bilmez. Bir bedel ödenmesi gerekiyorsa bu milletin evlatları da bu bedeli öder. O işin özeti şudur; ASALA bize operasyonlar yapmıştır. 40’ın üzerinde vatandaş ve hariciye görevlimiz şehit edilmiştir. Bunun üzerine o zamanki askeri yönetim istihbarata sormuştur. Ne yapacaksınız, bir tepki göstermek gerekli midir, değil midir diye. Onlar da gösterebiliriz, böyle bir yeteneğimiz var demiştir. Tabi hiçbir devlet bu tür operasyonları cebinde resmi kimliği olan insanlarla yapmaz. Doğrusu da budur. Osmanlı bunu yapmıştır. Mesel Balkan Harbi’nde ön saflarda savaşanlar ya eşkıyadır ya da Sinop Cezaevi’ndeki zincirkıranlardır. Yani bu tür hareketleri bütün devletler yapar. O zaman bizim arkadaşlarımız kaçaktırlar. Onların içinde en aksiyonel, sevk ve iradesi sağlam, kapasitesi en yüksek insan Abdullah Çatlı’dır. Orada firardır. Nasıl gidilmiştir, neler olmuştur falan onların hepsini bilirim, onlar ayrı konulardır. Resmi birimler dolaylı olarak Çatlı’ya teklif götürmüştür. O da büyüklerine sormuştur, o zaman büyük kimdir? Alparslan Türkeş’tir. Avukatları aracılığı ile Türkeş’e ulaşırlar ve ‘Efendim böyle bir teklif var ne diyorsunuz?’ diye sorarlar. Rahmetli başbuğ da karşı tarafa bırakır, işte bir şeyler söyler. Bizimkiler de 4 tane şart koşarlar. Bunlardan biri benim, biri rahmetli Türkeş’in serbest bırakılmasıdır. Biri de idamların durdurulmasıdır, falan filan”.
Dördüncüsü ne diye soruyorum.
“Bunlar yazıldı, ben de ilk defa Aydınlık dergisinde okudum. Kimsenin haberi yokken, MİT’in içindeki yapılardan bu dergiye sızdırıldı. MİT’in içindeki iç çekişmelerden biri diğerini enterne ederken, bir yerde birilerine satarlar, onlar da ifşa ederler. Bu böyledir yani. Dünyada da böyledir. Bir istihbarat bir operasyon yapacaksa bir takım gurupları kullanır”.
Kırcı’ya derin devletin bu ülkede çok tartışıldığını belirterek, derin devlet nedir diye bir soru yöneltiyorum.
Çatlı’yı da işin içine katarak anlatıyor;
“Derin devlet keşke olsa diyenlerden biri benim. Türkiye’de devlet sürekliliği vardır denir ya, ben devlet sürekliliğine de inanmıyorum. Bizde koltuk sürekliliği vardır. Ben bir makama gelirim orayı doldurabildiğim kadar doldururum. Benden sonra gelen o koltuğu kaybetmemek için benim yaptıklarımı ifşa eder. Senin yaptıklarına cesaret edemez, kötüler. Bütün çerçeve kişilerin ihtirasları üzerine, en önemlisi kişilerin yetenekleri ve kapasiteleri üzerine döner. En önemlisi kişilerin inisiyatif kullanabilme yetenekleri ve özellikleri üzerine döner. Şimdi ben gelmişim MİT’in başına inisiyatif alırım, gerekirse kellemi veririm derim, bir şeyler yaparım, ondan sonra biri gelir bunlar kanuni değil ki der. Ya arkadaş, her şey kanun üzerine olmaz dersin. Ermeni ASALA hadisesine dönecek olursak, arkadaşlarımız birkaç eylem yapmışladır. Devletin dur dediği yerde de durmuşlardır”.
ÇATLI’YA KARŞI OPERASYON YAPILDI
Haluk Kırcı, bu olayların bütün detaylarının devletin arşivlerinde bulunduğunu söylerken, ASALA operasyonları sonrasında Çatlı’ya karşı bir operasyon yapıldığını anlattı.
“Daha sonra istihbarat birimleri karşı bir operasyon yapmışladır. Çatlı’yı eroinden içeri almışlardır. Çok acı bir gerçektir. Aslında bu işin tüm kaynak ve detaylarının MİT’te olduğunu zannediyorum. Benim düşüncem bu, orada karşı bir operasyon yedi ondan sonra Türkiye’ye geldi, o da ayrı bir serencamdır”.
Kırcı’ya ‘Çatlı’ya operasyon MİT’in içindeki kliklerden mi kaynaklandı?’ sorusunu yöneltince, ‘büyük ihtimalle’ diye cevap verdi ve Çatlı’nın gerçek bir serdengeçti olduğunu ifade etti;
“Büyük ihtimalle, bu tip adamlara serdengeçti denir. Gelirler, görevlerini yaparlar, gerekirse canlarını verir giderler. Abdullah Çatlı’yı kim tanır? Çatlı parası, ihtirasları olmayan ama karizmatik, çok ciddi yetenekleri olan bir insandı. Benim en yakın dostumdu, ağabeyimdi, başkanımdı. O günün şartları içerisinde bizi kurtarmak için çırpındı, devlete; bula bula bizi mi buldunuz diyebilirdi, demedi, çünkü bizi zindandan kurtarma sevdasına düşmüştü. Biz dosttuk, birlikte eylem yapıyorduk, birlikte can verip, can alıyorduk. O ortam içerisinde bizi kurtarma çabası içinde devlete hizmetlerde bulunmuştu, bunun gerçeğini devletten başka kimse bilmez. 1991’de cezaevinden çıktım, Allah şahittir, Çatlı’ya sormama rağmen tek kelime anlatmamıştır. Anlatmaz, konuşmaz, ketum bir insandı. Zaten o ketumiyetini bildiği için devlet onu seçmiştir, Ondan önce devletle irtibatı yoktur. Saf bir ülkücüydü. Teşkilat içinde önemli görevler yapmış bir ağabeyimiz, kardeşimizdi. Çok farklı bir insandı. Yurtdışı serencamında farklı şeyler yaşamış bir insandı, geldi ülkesinde de farklı şeyler yaşadı ve vefat etti, gitti. Ama şu bir gerçektir ki, hep ülkücü kalmıştır. Hep aslan gibidir, hiçbir zaman paraya, makama çıkarlarına ve kendi nefsine hizmet etmemiş bir adamdır. Allah ta, onu yakinen tanıyanlar da bunu biliyor. Sert, savaşçı ve mert bir adamdı”
DEVLET ADINA YAPTIĞI İŞLERİ İFŞA EDENLER ADİDİR
Kırcı Çatlı’yı anlatırken duygulanıyor, bazı şeyler olur, biter ve mezara gider derken devlet adına yaptıklarını anlatanları da hayızlı bezlerini millete gösteren adi kadınlara benzetti.
“Onun savaşçılığını Türkiye’de kimsede görmedim. Farklı bir insandı, karizmatik bir yapıydı. Şuradan içeri girse herkesin hayranlıkla bakacağı bir insandı, Allah gani gani rahmet eylesin. Ama şunu bilmek gerekir ki, bana göre devletin içinde ya da devletin adına yaptığı işleri ifşa eden insanlar, çok affedersiniz hayızlı bezlerini millete gösteren adi kadınlardan daha adidir. Bazı şeyler olur biter ve mezara gider. Eğer bir devlet sürekliliği varsa, devlet bu işin içinde varsa, insanlar bazı riskleri almak zorundalarsa, alırlar. Gerekirse kellelerini de verirler. Biz de her zaman vermeye hazırız, verdik de, vereceğiz de”.
SUSURLUK DA BİR OPERASYON MUYDU?
Sohbet bu aşamaya gelince ‘Susurluk ta bir operasyon muydu?’ sorusunu sormak kaçınılmaz oluyor, o da kısa bir cevapla yetiniyor.
“Onlar çok farklı konular. Şu anda konuşmayı çok doğru bulmuyorum, zaman içerisinde yeri ve zamanı geldiğinde her şey ortaya çıkar”.
OLMADIĞIM ARABADA VARDIN DİYE CEZA VERDİLER
Konu Susurluk’a gelince, çok tartışılan bir soruyu bu kez bir de ben soruyorum, ‘Çok soruldu, bu suçtan da yargılanıp ceza aldınız ama Çatlı’nın konvoyunda akasındaki araçta mıydınız? Diye.
“Hayır. Ama çok ilginçtir ki, bu olaydan dolayı bana ceza verdiler. Ben mahkemede dedim ki, bu insanlar İstanbul’dan kalkmışlar, Yalova’ya gitmişler, Yalova’dan İzmir’e, oradan da Kuşadası’na geçmişler. Lokantaya girmişler, otelde kalmışlar, benzin almışlar, bir kişi çıksın desin, bu adamda bunların arkasındaydı. Bir kişi bulun, şu mahkeme ne suçlama yapıyorsa hepsini kabul edeceğim dedim. Ona rağmen arkadaki arabadaydın diye çeteden ceza verdiler. O sırada Ankara’da idim, rahmetli vefat etmeden yarım saat önce 15-20 dakika telefonla görüştüm Ablam Ankara’da oturuyor, çocuklar ablamın yanındaydı onları yemeğe götürecektim. Bu yüzden onları almak üzere eve gittim. Arabayı aldım, o anda araç telefonu çaldı, rahmetlinin şoförü ağlayarak bana, abi kaza olmuş dedi, geri eve döndüm, hastaneyi aradım, hastaneden bana vefat haberini söylemediler. Yola çıktım gece 1 sıralarında Susurluk’taydım. Cenazeyi bize vermek istemdiler. Cenazeyi hastaneden dövüş kavga ben aldım. Görüntüler falan hepsi var. Yayınlamıyorlar. O arada rahmetlinin kayınbiraderi geldi Yalova’dan. Onun üzerine aldık. Nevşehir’e ben götürdüm. Aranıyordum, orada morga indirdikten sonra da ortadan kayboldum. Bütün hadise budur”.
HİÇBİR ŞEY GÖRÜNDÜĞÜ GİBİ DEĞİL
Haluk Kırcı, bu ülkede bir şeylerin üstü örtülürken, bazı şeylerin üzerine gidildiğini, insanımızın da okumadığı, fark etmediği, araştırmadığı için bu tezgâha hep düştüğünü ileri sürerek şöyle devam etti;
“Türkiye’de bir şeylerin üzeri örtülürken bir şeylerin üzerine girmek gerekir. Bir operasyon yapılır, o operasyonda bir tane günah keçisi yaratılır, bütün projektörler o günah keçisinin üzerine çevrilir. Öte tarafta ne olup bittiğini kimse bilmez. Türkiye’de 40 yıldır siyasetin içindeyim, tek bir şey öğrendim, hiçbir şey göründüğü gibi değil. Bu işleri bilmek lazım, bu işlerin gerçeğini devlet bilir. Devletin arşivlerinde hepsi var. Tek gerçek vardır, hiçbir şey göründüğü gibi değildir. İkimizi insanlarımıza vahşi, canavar, insan boğan zavallı birer mahlûkat gibi gösterdiler. Diğer tarafta onların yaptıklarının üstü örtüldü. Bu basit bir tekniktir, bu tekniği ülkemde hep kullanırlar. Maalesef insanımız okuyup araştırmadığı için de bu tezgâha hep düşer. Burada da bir oyun oynanmış, iki tane günah keçisi yaratılmıştır. Haluk Kırcı ve Abdullah Çatlı. Abdullah Çatlı öldü, 20 senedir etini yemeye çalışıyorlar. Benim için de yapılanlar ortada. 3 defa mahkeme kararı ile tahliye edildiğim halde Yargıtay’daki Alevi hâkimlerin oylarıyla, daireler kurulu kararları bozularak tekrar cezaevine alınmış bir adamım”
ÜLKÜCÜ HAREKET VEFALI DEĞİLDİR
Kırcı, eleştirilerini ülkücü harekete de yöneltiyor ve bu süreçte yoğun enformatik baskıdan ülkücü arkadaşlarının da korkarak geri çekildiğini söylüyor;
“Maalesef ülkücü hareket vefalı değildir. Arkadaşlarımız bile gerek o yoğun haber bombardımanından ve gerekse ciddi enformatik baskıdan dolayı bizim üzerimize projektörler çevrildiğinde korkmuşlardır. Ama Allah nasip etti, sağ kaldık, bütün hepsine direndik. 27 sene hapis yattım, bugün sağlığım da yerinde, zihnim de. Dimdik ayaktayım, Allah’ın izniyle onların hiçbirinden korkmadım, ölene kadar da korkmadan devam edeceğim”.
Haluk Ağabeyiye tekrar aynı soruyu sormadan edemiyorum, ‘BU kadar yaşanmışlığa nasıl dayandınız?
“Herkes bana bunu soruyor, ben de herkese bu cevabı veriyorum, duaların sayesinde. Bu memlekette halen daha basireti yüksek, olayları zihninde süzebilen insanlar var. O insanların, çevremizdeki insanların, ailemizin dualarıyla ayakta kaldım. Başka hiçbir şekilde ayakta kalmak mümkün değildi. Ben hep buna inanıyorum ve bunu söylüyorum. Dua çok önemli. Mesela 2015’te tahliye edildim, semtimizde bir camiye gittim. İlk kez Cuma namazı kıldığım bir cami, namazı kıldım çıktım, yeğenimi bekliyorum, yanımdan yaşlı bir adam geçti, geri döndü, Haluk Kırcı değil mi dedi, evet efendim dedim, ‘ben size çok dua ettim, emekli, ilahiyat profesörüyüm, yakında oturuyorum, Allah sizden razı olsun’ dedi. Bu çok önemli o saf insanların ettiği dua Allah’ın indinde Allah bilir makbuldür, o duaların yansımalarını yaşıyorum ve Allah’a, hamt ediyorum”.
Kırcı’ya son olarak şaibeli bir helikopter kazasında vefat eden Muhsin Yazıcıoğlu’nu soruyorum.
Konuşmak için elinde belge olmadığını ifade ederek, yeri, zamanı ve zemini geldiğinde konuyu bilenlerin konuşacağını belirtti.
“Muhsin başkan konusu, çok farklı bir konu. Ben şehit olduğuna inanıyorum. Kim yaptı bunu, devlet biliyor. Bizim arkadaşlarımızın bir kısmı, biz de biliyoruz ama zamanın ritmi değişir farklı bir şeyler ortaya çıkarsa onun bir yansıması olarak bu gerçek ortaya çıkar. Çünkü zamanın Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, bu panolar nereye gitti, keçiler mi yedi demiştir. 48 saat neredeyse bulunamayan bir noktadan bahsediyoruz. Çok enteresan şeyler var. Arkadaşlarımız bazı şeyleri biliyor, hissediyorlar, biz de biliyoruz ama bu böyledir dediğinizde ispat mekanizmasını kullanmanız lazım. Onu kullanamadığım için de bir şey söyleyemiyorum. Ama sadece şunu söylüyorum. Muhsin başkan iyi bir insandı, bu memlekete iyi hizmetler yaptı. Özellikle 1980 öncesi ülkücü hareketin moral ve motivasyonunda, hareketin ayakta kalmasında, hareketin aksiyonel kimliğinin yaşatmasında çok büyük hizmetleri olan bir başkanımızdır. Allah gani gani rahmet etsin, ben şehit olduğuna inanıyorum. Bu konuda söyleyeceğim çok şey var ama söyleyeceğim şeyler ispat gerektirir, şu an için söylenecek şeyler değil”.
Uzun sohbetimizi sonlandırırken son kez vereceği mesajı olduğunu söylüyor.
Özellikle Erzurum’a ve Erzurumlulara.
“Erzurum aşığı bir adamım, Erzurum benim için çok önemli, doğunun değil Türkiye’nin kilit taşıdır. Bu kilit taşını koruyacağız, koruyacağız, koruyacağız. Gerekirse canımızı vereceğiz ama Erzurum’un kültürünü ve varlığını yaşatmak zorundayız. Şunu unutmayalım 1982 senesinde PKK ile Ermeni örgütlerinin İngiltere’de yaptığı bir sözleşme var, bu da devlerin arşivlerinde var. Bu anlaşmada Rize’den Akdeniz’e çıkış, Akdeniz’den İskenderun’a bir çıkış var. Anlaşma şöyle, önce bu topraklar kurtarılacak daha sonra paylaşılacak. Bunun içinde Erzurum da var. Erzurum’u bırak ülkemin neredeyse üçte biri var. Bunları bileceğiz, bu kilit taşlarından biri Erzurum ise sahip çıkacağız. Bakın hiç kimsenin aklına gelmezdi Iğdır belediye başkanlığını HDP’nin alacağı. Ama oldu. Olmayacak diye bir şey yok. Orası sınırdır. Çok önemli bir bölgedir. O bölgeyi neredeyse ele geçirdiler. Bu olay da arkadaşlarımızın basiretsizliğinden kaynaklandı. Orada yaşayan Azeri ülkücülerin de bu işte büyük vebali olduğuna inanıyorum. Bizim yapacağımız tek şey Erzurum’a sahip çıkmak. Bu sahiplenmeyi içtenlikle yapmazsak Allah soracak bize, bizden sonra gelen nesiller de bize lanet okuyacak.
Kime bize ağlamaz, biz bize sahip çıkacağız, dedim ya yoksa babalarımızın mezarına pasaportla gideriz. Onun için savaşacağız, bu savaşma adam öldürmek anlamında değil, sahip çıkarak mücadele ederek olacak. Herkes düşünsün, gardını alsın. Ben bu işe gönüllüyüm. Bu iş için mücadele ederim. O yeteneğim, o bilgim, o kültürüm ve enerjim var. O enerjiyi, bana ciddi boyutta bir destek olursa Erzurum için harcarım. Dediğim gibi tek sloganım var, bir kuruş yersem de yedirirsem de yedi ceddime küfür etsinler”.
Haluk ağabeyinin dadaşlara selamını ileterek ben de röportajı burada sonlandırıyorum.
Çok teşekkür ediyorum kadim ağabeyim, Kadim Teyp’imi onurlandırdığınız için.
Kadim Erzurum ancak bu kadar güzel anlatılabilirdi.
Bizi o yıllara, o sokaklara, o sıcacık evlere, sımsıcak insanlara götürdüğünüz için.
Size ve tüm ailenize bundan sonra kazasız belasız ve sağlık dolu uzun yıllar, uzun ömürler diliyorum.
Misafirperverliğiniz için kalbi teşekkürlerimi sunuyorum.
Halık KIRCI ve arkadaşları Ülkücü hareketin mihenk taşlarındandır. Maalesef (mütevaziliğinden söylemiyor) hareket içinde de itilip kakılmış, kendilerinden utanılmıştır. Rabbim hayırlı ömür nasip etsin. KIRCI gibi kahramanlar, Ülkücü hareketin tarihinde altın harflerle anılacaktır.